30 Temmuz 2010 Cuma

Genç subay kardeşim, rahatsız mısın

GENÇ subay kardeşim;
-Buyur yoldaş!

Çiçeği burnunda zabit.
-Efendim kardeşşş

Harp Okulu’ndan mezun olurken ettiği yemini hâlâ dün gibi hatırlayan kardeşim;
-Söyleee

Karısını, çoluğunu çocuğunu, bilmem kaç yüz kilometre uzakta bırakıp, ıssız dağ başlarında,
kuş uçmaz kervan geçmez patikalarda, kalleş bir mayının her an patlayacak gümbürtüsüyle yaşayan teğmenim, üsteğmenim, yüzbaşım; binbaşım, albayım.
-Emret iki gözüm

Sen;
Sen uzatmalı çavuşum, başçavuşum;
-Ha ciğerim,

Bu mektup hepinize;
-Eyvallah!

Hepimizden hepinize;
-Hepiniz derken Türkbükü'nden mi? Yoksa Sunset restoran müşterileri ve çalışanlarından mı :(

* * *
Sanmayın ki, koparılan bu yaygaraya, atılan iftiralara, şuna buna bakıp da, askerimizden soğuduk.
-Eyvallah, seni biliriz zaten.

Sanmayın ki, üç beş kendini bilmezin hoyrat, nobran, tepeden bakan afrasına tafrasına bakıp peygamber ocağına olan itimadımız sarsıldı.
-Peygamber ocağı biraz irticai kaçmıyor mu canım kardeşim?

Sanmayın ki, aranızdan üç beş densiz, beş on darbe sersemi çıktı diye sizi gönül defterimizden sildik.
-Mümkün mü ya?

Sanmayın ki, o dağlarda yaptığınız kahramanlıkları, bıraktığınız kolu bacağı, verdiğiniz canı, canları unuttuk.
-Hâlâ da vermiyor muyuz abi sayenizde?

Sanmayın ki unutabiliriz.
-Unutmazsınız de mi?

Unutturabilirler...
-Unutturamazlar.

Sanmayın ki, her resmi geçitte kabaran göğsümüz indi, dökülen gözyaşımızın pınarı kurudu.
-Yieeeyt, öpücem ulen seni

Sanmayın ki, iner, kurur.
-Canım kardeşim beee!

Biz her şeyi biliyoruz, her şeyi görüyoruz genç zabit kardeşim.
-Yahu, biz de kimse sesimizi duymuyor diye kafayı yiyorduk.

Merak etme; medyasıyla, Göbels makinesiyle gözümüze mil çekse, gönlümüzle görürüz.
-Ağlatacaksın beni bak!

Genç zabit kardeşim, bu mektubu işte bu duygularla yazıyorum.
-Dağıttın beni var ya. İçim kıyıldı yemin billah!

Sen de bu duygularla oku.
-Dur önce bir kendime geleyim. Allak bullak ettin beni abicim yaaa

* * *
Bir sabah kalkıyorsun, cephede birlikte savaştığın komutanın hakkında yakalama emri çıkmış.
-Sorma, bir de plan mlan diyorlar, jitem diyorlar, ordan burdan silah filan çıkarıyorlar.

Biliyorum için acıyor.
-Acımaz mı ya?

Teslim olmaya giden komutanına yapılan muameleyi görüyorsun.
-Arkadaş, adamın koluna giriyorlar. Neredeyse kelepçe takacaklar!

Biliyorum, o sahneyi görünce kahroluyorsun, masaları, sandalyeleri yumrukluyorsun.
-Yemin ediyorum, 7 masa 16 sandalye kırdım şimdiye kadar.

Emin ol ki benim içim, bizim içimiz de o kadar acıyor; ben de, biz de, hepimiz de o kadar kahroluyoruz.
-Biliyorum, hissediyorum. Sağolsun, eksik olmayın

Sevgili kardeşim; bil ki sabrını test ediyorlar.
-Kim ki onlar benim sabrımı test edecek?

Tepeni attırıp, seni o eski malum tuzaklara çekmek istiyorlar.
-Hepsi birer komploydu. Bizi zorla çektiler, 27 Mayıs'a da, 12 Mart'a da, 12 Eylül'e de, 28 Şubat'a da, 27 Nisan'a da

Sakın ola ki düşme o tuzağa.
-Nasıl dayanacağız peki? Görmüyor musun olan biteni?

Sakın ola ki dolduruşa gelme.
-Gelmeyeyim ama de mi?

Dolduruşa getirme; geleni yatıştır, getireni uzaklaştır yanından.
-Öyle yapıyorum ben de. Yatıştırmaya çalışıyorum işte kendimce.
Senin yazılarını forward ediyorum, Star Haber'den başkasını izlemiyorum.

Sabrını, sabrımızı deniyorlar.
-Niye yapıyorlar bunu? Neden sabrımızı zorluyorlar?

Sinirinle oynuyorlar, oranı buranı kurcalıyorlar.
-Zıplayan sinirlerimi briket kırıp, şınav çekip, atış talimi yaparak yatıştırıyorum da meseleye oramızı, buramızı filan dahil etmen biraz ayıp olmuyor mu?

Sakın ha, sakın... sakın...
-Peki peki, sakinleşicem, söz!

* * *
Ne diyor Keykavus:
-Ne diyor abi?

“Sabır ikinci akıldır.”
-İyi demiş de...

Sabret, bekle.
-Güzel günler görecek miyiz?

Gözün dağlarda, dikkatin mayında olsun.
-Sinirden, dağ, mayın gördüğümüz mü var abi? Daha geçen ay bizim çocuklar kendi döşediğimiz mayınlara bastılar.

Bil ki, bir mayın oradaysa, bin mayın burada.
-Deme yaaa? Orası daha tehlikeliymiş.

Sakın ha, gözü dönmüş siyasetçinin, nefreti bilenmiş köşe yazarının,
vicdanının fişini çekmiş aydının her gün döşediği o kalleş tahrik mayınına basma.
-İyi de abi üstümüze geliyorlar. Hukuk mukuk diyorlar. Biz ne yapıyorsak vatan için değil mi?

Son umudu, “Genç subaylar rahatsız” manşetlerine kalmış; gece yarıları gelecek bir e-muhtırası için duaya çıkmış,
hezimete bahane arayan ruhların aşına tuz katma.
-Onlar avuçlarını yalarlar da bizimkiler niye muhtırayı dava ediyorlar.
O zaman hepsi arkamızdaydı hani?

Bekle, sabret...
-Sen de olmasan var ya kim derdimize derman arayacak bilmiyorum.

Ne diyorum, bu millet unutmaz, yeri ve zamanı geldiğinde herkese de hatırlatır.
-Göbeğini kaşıyan, kıllı kısabacaklılar mı? Muhtıra verdiğimiz adamlara oy verenler bunlar değil mi?

* * *
Sevgili kardeşim,
-Söyle canım ciğerim, iki gözüm, söyle!

Sen de biliyorsun ki, demokrasi, gerçek bir demokrasi hem senin, hem bizim, hem bütün milletin tek umudu.
-İyi de abi herkesin demokrasisi kendine. Bizim demokrasimizi anlamıyorlar ki.

Sabret;
-Öyle yapıyoruz biz de. Çoluk çocuğu alıp tatile filan çıkıyoruz şimdilik.

Bu millet askeri darbeler dönemini kapattı.
-Bu millet bi halt kapatamaz. Açılışı biz yaptık, kapanışı da biz yaparız.

Hiç merak etme.
Sivil darbe dönemini de kapatacak.
-Darbenin her türlüsünü de biz yaparız. Sivil darbe gerekirse onu da biz yaparız. Milleti karıştırma lütfen

Onu da kapatınca, artık ne genç zabit rahatsız olacak, ne genç sivil.
-Abi bizi biliyorsun zaten ama bu Genç Siviller arıza biraz. Dikkat et bak, benden söylemesi

Az kaldı, sabret.
-Yahu, sabır sabır da nereye kadar?

Ne yazıyor Kâbusname’de:
-Ne yazıyor?

“Sabır ikinci akıldır...”
-Başka bişey yazmıyor mu? Sabrın sonu selamettir, darbedir, muhtıradır filan?

Emin ol bazen “sineye çekmek”, elindeki G3’ten çok daha güçlü bir silahtır.
Üstelik geri tepmesi de yoktur.
-Oooofff of!

İlgili yazı; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15447820.asp?yazarid=10&gid=61

Erdoğan'la 'apolet' kardeşliğimiz

DÜN “Gırgır” dergisinin kapağına bakarken kendi kendime kahkahalar atmaya başladım.
-Ha şöyle yaaa, günlerdir içimizi kararttın. Mesele ne?

“Nihayet Başbakan Erdoğan’la aynı fotoğraf karesine girmişim” dedim.
-Sunset Restorana mı geldi yoksa?

Dergi, kapakta Erdoğan’ı asker üniforması içinde çizmiş.
-Eeeee?

Yani, sivil darbe yapmış bir paşa gibi gösteriyor.
-Bravo! Askeri üniforma içinde sivil darbe.

Google’da “Ertuğrul Özkök” yazdığınız zaman önünüze gelen ilk şeylerden biri benim fotoğraflarım.
-Fazıl Say fotoğrafları çıkacak değil herhalde?

Bunlardan biri beni subay üniforması içinde gösteren bir fotomontaj.
-Aslı yok diyosun yani?

Yani beni “Askerci” göstermek için yapılmış bir şey.
-Çok ayıp etmişler. Sen yanından bile geçmiyorsun halbuki.

Ama bakın hayat insana neler gösteriyor.
-Neyi gösterdi şimdi bize hayat?

Demek ki, bir insanı “Darbeci” olarak göstermek, öyle algılamak ve algılatmak ne kadar basit ve sübjektif bir şeymiş.
-Değil mi? Acaba kaç kişi senin gibi bu karikatürü arka tarafından anladı?

Şimdi anladık mı?
-Neyi anladık mı?

Gelin öyleyse bu fotoğraf karesinden girerek, başka bir şeye bakalım.
-Önce şu mevzuya bi açıklık getirseydik yaaaa:(

* * *

Belki görmüşsünüzdür, belki gözünüzden kaçmıştır.
-Neyi canım?

Yargıtay 5’nci Ceza Dairesi 21 Temmuz günü, Hüseyin Üzmez’e verilen 13 yıl 1 ay 15 günlük hapis cezası kararını bozdu.
-Ben gördüydüm onu.

Kafanızı fena halde Ergenekon’la bozmuş durumda olan yazarlara sesleniyorum.
-Boş versene sen onları, niye bu kadar ciddiye alıyorsun?

Sakın ola, “Bize ne Hüseyin Üzmez davasından” demeyin.
-Derler valla.

Şimdiden bir kehanette bulunuyorum.
-Allahım sen bizi koru ya rabbi!

İlerde Ergenekon davalarını da benzer akıbet bekliyor.
-Sen boşuna kehanette bulunmazsın ya, hadi hayırlısı.

O nedenle, bu yazıyı dikkatle okuyun.
-Okuyoruz canım, okuyoruz malesef.

* * *

Hüseyin Üzmez, “Cinsel istismar ve küçük yaştaki çocuğun ruh sağlığını bozma” suçundan mahkûm oldu.
-Evet?

Olayı ve davayı hep birlikte izledik.
-Evet?

Hepimizin bu konuda oluşmuş bir kanaati var.
-Sadede gel canım

Ayrıca mahkeme, kendisini suçlu bulmuş ve 14 yıl hapisle cezalandırmış.
-Uzatmaaaa, hadiiii

Peki Yargıtay, “herkesin bildiği” bu suç ortadayken Hüseyin Üzmez’le ilgili kararı neden bozdu?
-Neden?

“Usulden...”
-Hmmm

Yapılan yanlışlık ne biliyor musunuz?
-Bakmamışım o kadarına yaaa, neymiş?

Üzmez hakkında açılan iki dava birleştirilmiş.
-Eeee?

Birleştirmeden sonra, mağdure çocuğun avukatları ile, Çocuk Esirgeme Kurumu avukatlarının katılıp katılmadıkları sorulmamış.
-Neye katılıp katılmadıkları, duruşmalara mı?

Bu kadar basit bir mesele yani.
-Anlamadık ki meseleyi.

Mahkeme dava dosyasında bu durumu gördüğü için, kararı esastan görüşmeye bile gerek duymadan bozmuş.
-Yahu hangi durum olduğunu yazmadın ki.

Bu demek değil ki, Hüseyin Üzmez hapis cezasından kurtulacak.
-İnşallah kurtulmaz.

Hayır, çok büyük bir ihtimalle kurtulamayacak, belki de cezası ağırlaşacak.
-Oh olsun!

Ama şu an için “karar bozulmuş” durumda.
-Ne demeye getireceksen bir an önce getirsen, bizi kabız etmesen?

* * *

Ergenekon davalarının başından beri hep şunu söylüyorum.
-"Ergenekon her yere kon":)

Bu davalarda gerçekten cezalandırılması gereken çeteleşmeler olabilir.
-İlk başlarda dalga geçiyordun, gırgıra vuruyordun işi, nooolduuuu?

“Var” diyemiyorum, çünkü ne savcıyım, ne de hâkim.
-Allahtan değilsin. Gazetecilik yaparak bu kadar kalem kırdıysan...

Ayrıca henüz hükme bağlanmış bir durum da yok.
-Aman "bağımsız" yargıya müdahale etmeyelim.

Söyleyebileceğim tek şey şu olabilir: Büyük bir ihtimalle vardır.
-Yani var diyosun işte.

Ama soruşturmalarda, gözaltına almalarda, delil toplamalarda o kadar büyük hatalar yapıldı, o kadar mağdur yaratıldı ki, davaların meşruiyetine gölge düştü.
-Sorma yaaa, adamların ofislerini aradılar, yetmedi telefonlarını dinlediler, yetmedi sabahın köründe içeri aldılar, Kenan Evren bile böyle yapmamıştı valla.

Daha da önemlisi, yargılanan sanıkların savunmalarında kullanabileceği çok kuvvetli argümanlar verildi.
-Al işte telefon dinlemeleri. Skandâl, skandâl!

Üzmez kararı gösterdi ki yargı kamuoyunda, bazı aydınlarda oluşmuş kanaatlere göre karar vermiyor.
-Sadece bu karar mı? Öyle olsa Hrant Dink'i valilikte tehdit edenen 'vatanseverler' çoktan bulunmuştu ya, neyse.

Hukuk sadece esastan ibaret bir süreç değil.
Usul ve şekil de hukukun ayrılmaz parçası.
-Kılıfına uydurmayı da bilmek lazım yani.

* * *

Vicdan fişini çekmiş bazı liberal aydınlar işi artık bizlere iftira atma, hedef gösterme noktasına kadar götürdüler.
-Tüüü, insafsız herifler.

Allah’ın her günü bizlere “Darbeci”, “Askerci” etiketi yapıştırıp duruyorlar.
-İftira, kuru iftira!

Ama bakın, mizah dergileri olayı nasıl görüyor?
-Bence sen mizah dergisini başka bir tarafından anlıyorsun ama neyse :)

Sayın Başbakan’la artık aynı “apoletli kaderi” paylaşıyoruz.
-Niye kader olsun canım. Hem sana daha çok yakışıyor bence.

Umarım onun vicdan fişi hâlâ çekilmemiştir.
-Valla senin değil ama onun ağladığını gördüm.
Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz diyor şair.
Bilemiyorum artık?

İlgili yazı; http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=15441626&yazarid=10&tarih=2010-07-29

27 Temmuz 2010 Salı

Çok faydalı nasihatler

TÜRK ordusunun 102 subayı hakkında, “yakalama kararı çıkarıldığını” öğrendiğimde, Ege’de sakin bir denizin karşısında dolunayı bekliyordum.
-Ne hedonist adamsın, hâlâ mı tatil?

Ne referandumu, ne erken seçimi, ne Ergenekon’u.
Hiçbiri umurumda değildi.
-Dolunayı beklerken erken seçimi nerden çıkardın?

30 yıl sonra tekrar “Kabusname”yi okuyordum.
-Yalancının?

Yani Kuhistan Sultanı’nın 1000 yıl önce prenslere, devlet erkânına tavsiyelerini.
-Hmmm, esas meselenin giriş cümlesi bu?

İşte o an gözümün önüne ne geldi biliyor musunuz?
-Yok valla, nerden bilelim?

O sabah.
Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel’in evlerinden alınıp Hamzakoy’a götürüldüğü sabah.
-Çok terso adamsın yaaaa.

Zincirbozanlar geldi.
Tek parti dönemlerinin “toplu tevkifatları”, 27 Mayıs’ın “Yüz bilmemkaçlar olayı”, toplu sürgünleri geldi.
-Tatilde bile rahat yok sana. Bak darbe serüvenlerimiz film şeridi gib geçmiş gözünün önünden.

* * *

Malum küfürbaz zevatın tepkisini şimdiden duyuyorum:
-Ben de neden bu zevatı bu kadar önemsiyorsun anlamıyorum. Boş veeeer.

Yaratıcılıkları, “Ne alakası var” türünden alelade ve nakıs bir cevvaliyeti aşamayacak.
-Bayılıyorum senin bu kıvırmalarına, önceden önlem almalarına var ya :)

Ben sadece “Hafızamın hesabını size mi vereceğim” deyip geçeceğim.
-Amaaaan, ne takılıp kalacaksın.
Kaale aldığın kahabat.
Hıh!

Evet aklıma o sabah geldi.
-Hayırlısıyla öğreneceğiz bu sabahla, o sabahların alakasını?

Yani “hoyratlıklar”, “insafsızlıklarla” dolu sabahlar.
-Bunlar darbe dönemlerinin sabahları galiba?

Darbenin planının hesabını soran bir yakalama emri, insanda böylesine ters bir çağrışım yapabilir mi?
-Sen de yapar abicim.

Çağrışım ters değil de, doğru ise yapar.
-Onu bunu bilmem sende bu çağrışımı yapmadığı gün E. Özkök'ün ruhuna el fatiha.

Ne yazık ki Ergenekon’da yapılan bazı hoyratlıklar, artık bizlerde yakın tarihin siyasetindeki “en olağanüstü halleri” çağrıştırmaya başladı.
-He yaa, iki de bir nöbetçi hakimler paşaları tatile gönderiyor, adamlar tam alışıyorlar sonra bi daha alınıyorlar.

Bir darbenin hesabı, darbe yöntemleriyle soruluyorsa, o ülkeye intikam tohumları da ekilmeye başlanmış demektir.
-Gördüğünüz gibi ka-fa 1500. Senin o içtiğinden ben de istiyorum.

Aldığınız her intikam, bir başka intikamın tohumlarını bu toplumun zaten mümbit tarlalarına ekiyor.
-Açıkca darbe planlarını cezalandırmayın, yoksa bunlar sizi de asarlar desene.
Suç sayılmıyor merak etme.

Artık aklı başında, düzgün AK Partililer de bu gerçeği görmeye başladılar.
-Cemil Çiçek, Abdulkadir Aksu, Köksal toptan filan mı?

Onlar da Ergenekon’un giderek “Adalet arama” gerekçesinden “İntikam alma” bahanesine dönüştüğünün farkındalar.
-Yok, onlara kalsa olur böyle vakalar Türk polisi yakalar, ama Türk adaleti yargılar mı karar veremiyorlar?

Ergenekon davası, askeri darbelerin “hoyrat yöntemlerine” doğru hıza akıyor.
-Silivri, Diyarbakır 5 nolu'yu, Mamak 'ı aratmıyormuş, özel mahkemelerin DGM'lerden farkı yokmuş diye duydum ben de.

* * *
Bir de şu tersliğe bakın.
-Yine mi terslik?

“Kaçacak” diye yakalama emri çıkarılan adam, hababam içeri giriyor çıkıyor ama bir türlü kaçmıyor.
-Niye kaçsın be adam? İfade vermeye tenezzül etmiyorlar sen kaçmaktan bahsediyorsun.
17.500 faili meçhul cinayeti işleyenler kaçtı mı ki?

Bavulu hazır bekliyor.
-Nöbetçi hakimin mesaisinin fazla sürmediğini biliyor ya.

Biliyor ki, arkasındaki kamuoyu her gün biraz daha büyüyor.
-Senin hiç yapmadığın birşey yapıp iddianameyi okumuş da olabilir.

Rüzgârı almış, göğsünü gere gere teslim oluyor.
-Yieeeeyt, oluuum arkalarında sen varsın ya işte.
Ne yapmışlarsa memeleketi kurtarmak için yapmışlar.

İlk başlardaki gibi, gazeteci ordusunun arasından iki büklüm, yüzünü saklayarak geçmiyor.
- Tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakacaksın moduna girmiş olabilirler.

Öyle şeyler yapılmış ki, artık Ergenekon’da gözaltına alınmak utanç değil, iftihar vesilesi haline gelmiş.
-Telefonlarını bile dinliyorlarmış düşünebiliyor musun?

Kamuoyu gözünde dava düşmüş, Silivri’de moraller tavan yapıyor.
-Valla işi goy goya vurmak için çok uğraştın ama olmadı bak sen de ciddileştin.
Bu kamuoyu kaynağın Cem Yılmaz'la aynı olmasın?

Biliyorlar ki, yarın bir gün o kapılardan, bir zamanların Barış Derneği mağdurları gibi, başları dimdik çıkacaklar.
-Bence budist rahipler gibi arınmış bir halde dünyaya barış getirmek için çıkacaklar.

Öyleyse hâlâ bu telaş niye?
-De mi? Adamların bi yere kaçtığı mı var kardeşim, paşa paşa girip yatıyorlar?

Referandum kampanyasının başladığı gün, Türk ordusunun 102 subayına “yakalama emri” çıkarılmasının arkasından sırıtan niyet görünmüyor mu sanıyorsunuz?
-Herkesi kendin kadar ileri zekalı zannediyorsun. Sen söylemesen nasıl göreceğiz?

O kadar belli ki, bir “harp oyunu”nu yargılamak için başka bir “harp oyunu” düzenlenmiş.
-O zaman referandum filan fasa fiso. Esas mesele Ergenekon, savcılar, HSYK.

* * *
Peki öyleyse ne yapılacak?
-Emret

Kabusname’yi açıyorum.
Ne yapılması gerektiği orada açıkça yazılıyor:
-Ne yazıyor?

“Sabır...”
“Sabır ikinci akıldır...”
-Bir planın mı var yoksa?

Yapılan hoyratlıklar, bir insanın hafızasındaki darbe hoyratlıklarını çağrıştırmaya başladığı zaman, tek referans budur.
Sabır...
-Sen öyle buyuruyorsan öyledir.

Zaten “Kabusname”nin tercümesi nedir?
-Nedir canım?

“Çok faydalı nasihatler...”
-Bizi nasihatlerinin hastası yaptın usta. Senden başkası bizi kesmez gayrı.

İlgili yazı; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15421988.asp?yazarid=10&gid=61

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Ortaya bir Kuran-ı Kerim koysak

Çok merak ediyorum.
-Fazla merak iyi değildir derler ama.

Ortaya bir Kuran-ı Kerim koysak.
-Eeeee?

Milli Görüş’ün, İslami kanadın yaşı tutan, hâlâ ortada gezen simalarına bir çağrı yapsak.
-Bu "hâlâ ortada gezinenler" Tayyip ve ekibi oluyor.
O dediğinden kalmadı canım, Saadet Partisi bile yarıldı.

Kıvırtmadan, eğmeden bükmeden sorsak:
-Yapabilir misin bilmiyorum.

“1982 Anayasası için yapılan referandumda ne oy kullanmıştınız?”
-Şefaf zarflarla oy verilen, hayır kampanyası yapanların tutuklandığı zamanda yani?

Şöyle bir hafıza tazelesek ve desek ki: “Öyle karnından konuşmak yok.
Kuran’a el basılacak. Tek ayak havaya kaldırılmayacak. Takiye yapılmayacak.”
-Adam, kuran'a el bastırıyorsun tek ayak ne ayak ya?

Merak ediyorum.
O soruyu sorsak ve samimi cevabını alsak; acaba bu gözyaşları dindiğinde arkada nasıl bir şahsiyetler enkazı kalırdı.
-Olum memleketin %90'ı evet demiş. Niye bir tek milligörüşçülere soruyoruz, CHP'lilere de soralım.

* * *

Bir de merak etmediklerim var.
Çünkü biliyorum, biliyoruz.
-Belki ben bilmiyorum. Hele bir yaz önce.

Mesela bir 28 Mayıs sabahı yazılanlar.
-Yıl 1980 de mi?

13 Eylül sabahı iştahla, iştiyakla kaleme alınmaya başlanan başyazılar.
-Evren paşa o yazıların kitabını yapmış.

Kraldan fazla darbeci döktürmeler. O, çat kapı hücumbot ev ziyaretleri.
-Canım, hâlâ liderliği kimseye kaptırmıyorsun farkında mısın?

Evren’in “Gücüm ve param olsaydı da, yeniden bastırabilseydim” dediği kitabın başköşesindeki 12 Eylül güzellemeleri.
-Sen bastırsana hacı ya. Maliyeti ne ki?

Ve şimdi medyada dökülen timsah gözyaşları.
-O timsahların isimlerini de yaz nooooluuuurrrr

O yazılar bir bir yeniden ortaya dökülse.
-Dök işte abicim.

Acaba bu şahsiyet enkazının altından kaç kişi sağ çıkabilirdi.
-Vallahi çok az.

Biri enkazın altına eğilip, “Orda kimse var mı” diye bağırsa “Var” diye cılız bir ses gelir miydi?
-Bir kısmının kalıcı sağlık sorunları olsa da ses veriyorlar hâlâ.

Hayır gelmezdi, gelemezdi.
Çünkü o enkazın altından gelse gelse, utancın derin sessizliği gelirdi.
-O utanç sessizliği bugün bozulsa da olur. Yeter ki bozulsun yani.

* * *

Bir de “flashback” yapıp, 12 Eylül sabahına gidebilseydik.
-Bir gün önceki çatışmaların bıçak gibi kesildiği sabaha?

O sabah “Darbenin 1 numaralı bildirisi” okunurken, hangi evlerde insanların sevinç gözyaşı döktüğünü, karı koca, çoluk çocuk birbirine sarılıp, “hayatlarının kurtulmasına” şükrettiklerini görebilseydik.
-Daha bir yıl öncesinden hazırlanmış bildiriyi demek istiyorsun?

Hangi solcu gencin memur anne babasının sevinçle birbirine sarıldığını; hangi ülkücü gencin gariban gecekondusunda ne dualar edildiğini görebilseydik.
-Dikkat buyrun, solcunun ailesi sevgiyle sarılıyor, sağcının ki dua ediyor!

Hangi aydının, sendikacının, öğretim üyesinin evinde neler konuşulduğunu; ah bir dönebilsek, bir görebilsek, o sabahın hayat filmlerini tekrar seyredebilseydik.
-Burnuma kötü kokular geliyor Erto, yine nereye bağlayacaksın?

Acaba utanmaz mıydık?
-O darbeyi yapabilmek için ortalığı birbirine katan darbeciler utansın önce be.

* * *

Referandum benim için bir tercihtir.
-Benim için de

Ne “Evet” diyene söyleyecek lafım vardır, ne “Hayır” diyene.
-Söyle allah aşkına. Bak yemin verdim

Ne “Evet” diyene ille de “Demokratsın” derim; ne de her “Hayır” diyenin sırtına “Darbeci”, “Kara müttefik”, “Kuşatmacı” gibi etiketler yapıştırırım.
-Hahaha alem adamsın ya, bu şekilde birşey dememiş oluyorsun öyle mi?

Her ikisi de sapına kadar demokratik haktır. Her ikisi de makbulümdür.
-Sen ne diyeceksin, hele bir söyle bakalım.

Ama o evetlerin, o hayırların arkasındaki o gölge oyunlarını seyredince, sararmış fotoğraflar geliyor gözümün önüne.
-O fotoğraflarda idam edilenler de var değil mi?

* * *

Şahsiyet sınavı mı? Samimiyet imtihanı mı?
-Ne diyorsun yaaa? Hangi referandum bu kast ettiğin cuntanın mı, bu yenisinin mi?

Halep 30 yıl önce oradaysa, arşın al işte burada.
-Hani nerde?

Çok basit.
-Bence de çok basit. Evet mi Hayır mı?

Ortaya bir Kuran koyacağız.
-12 Eylül'de sandık koyuyorlar?

Üzerine el basıp, herkes 1982’deki oyunu açıklayacak. O yüzde 92’nin bir çetelesini çıkaracağız.
-Haydaaa yine başa sardık. Yahu hayır propagandası yapanları içeri atmışlar.
Asker gözetiminde, şeffaf zarflarda oy kullandırılmış dedim, anlamıyor musun?

Sonra eski kitapları açacağız, eski filmleri seyredeceğiz.
-Açalım. Diyarbakır 5 nolu cezaevi ve Mamak'ta olsun, Sürgün yiyenler, işlerini kaybedenler, fişlenenler de olsun.

Bakalım o gözyaşı nehirleri, o seller, 30 yılda neleri, hangi şakşakları, gönülden alkışları alıp götürmüş, orada burada nehir kenarlarına çöplük halinde bırakmış.
-Bir şakşak hâlâ çok zinde ama. Tanışıyorsunuz hatta.

* * *
Dün Mehmet Barlas’ın yazısını okuyorum.
-İyi, arasıra düzgün şeyler de okuyormuşsun.

Geçenlerde Kenan Evren’le bir yerde karşılaşmışlar.
O geceyi, çok insani bir duyarlılıkla anlatıyor.
-Sanırım esas mevzunun gelişme bölümündeyiz sevgili okurlar.

Samimi olarak etkilendim.
-Duygusal adamsın vesselam

Fellini’nin “Amarcord” filminin müziğini düşündüm.
-Ben de ne zaman bir film adı vereceksin diye bekliyordum.

“Amarcord, je me souviens...”
“Hatırlıyorum...”
-Hatırlamak iyidir ama herşeyiyle olursa tabi.

* * *

Ben hatırlıyorum, çok iyi hatırlıyorum. Ölünceye kadar da unutmayacağım.
-Zaten her şeyiyle hatırlamıyorsun ama öyle de deme yine de. Hayatta bunamak var, Alzheimer'ı var.

Ama unutanları, o gün hissettiklerini bugün hoyratça hafıza çöplüklerine atanları gördükçe hüzünleniyorum.
-Hüzünlenme canım. Kalemin var köşen var. İsim isim bak, yaz.

O insanlara söyleyeceğim tek şey var:
Bu yazıları yazarken, bu nutukları atarken, bu gözyaşlarını dökerken, lütfedip bir nezaket cümlesi ekleyin.
-Sanırım zurnanın zırt dediği yere geliyoruz.

Basit, 7 kelimelik bir cümle:
“Paşam kusura bakma; dün dündür, bugün bugün...”
-Yuh yaaa, bütün yazı bunun içindi de mi?

İlgili yazı; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15404244.asp?yazarid=10&gid=61

Plasentada mutluluk taklaları

-Bugün edebiyat günümüz galiba?

DAĞINIK bir ev.
-Nasıl bir ev, kaç odalı, ahşap, müstakil, apartman dairesi?

Belli ki arka planda da dağınık bir yatak var.
-Bilemiyoruz.

Kadını sırtından görüyorum.
Hafif öne eğilmiş.
Üzerinde ince askılı, kombinezon gibi siyah dekolte bir şey.
-Eeee?

Ayaklarını serbestçe ileri uzatmış. Ayakkabı desen, tam vintage.
-Kadın uzanmış mı oturuyor mu? Sırtı dönükken nasıl görüyorsun vintageleri?

Yerde eski, çok eski bir kova.
-Kaçıncı yüz yıldan?

Yine çok eskilerden kalmış iki alelade sünger.
-Alelade sünger?

Yuvarlak bir masanın ayakları çıkarılmış, üstü duvara yaslanmış.
Belli ki ya bahar ya hazan mevsimi temizliği var.
-Ne anlatıyorsun sen kuzum, tablo filan mı bu?

Her şey sıradan, her şey basit. Bir o kadın hariç.
Yüzünü görmeseniz, gözlerindeki ifadeyi, dudaklarına yerleşmiş manayı seçemeseniz de, o kadın farklı.
Arkasında dağınık bir yatak bırakmış her kadın gibi sırtından kendini seyrettiriyor.
-Tasvir yeteneğin sıfır canım. Hiçbişey anlaşılmıyor edebiyatından.
* * *

Dün evdeydim.
Evi özlemişim.
Çocukluğumun, gençliğimin, İzmir’in rutubetli aylak öğleden sonralarını özlemişim.
-E dönüp yerleşsene oraya. Şezlongtan da bölünme yazıları yazabiliyorsun ne de olsa.

Evde badana var, boyacılar çalışıyor.
Üzeri örtülmüş eşyaların arasında evimi seyrediyorum.
25 yıl ne çabuk geçmiş, gitmiş; giderken eski dolaplarda kalmış ne öfke, ne kin, hepsini alıp götürmüş.
-Tabi sen evden çıkınca peşine takılıp İstanbul'a gelmişler onlar da.

Eskilere, 15 yıl öncesine dönüyorum.
Yazılarımın logosundaki “Politika” kelimesini atarken nasıl mutlu ve umutlu olduğumu hatırlıyorum.
-Senin umudunun dorukta olduğu zamanlar başladı bitmeyen Özkök maceramız.

Kendimi siyasetsiz bir yazı hayatına hazırladığımı; rızkımı sadece insanlardan,
keyiflerden, hüzünlerden, hayatın “şey”lerinden söz ederek kazanmayı hayal ettiğimi düşünüyorum.
-Keşke hayallerin gerçek olsaymış.

Ne safmışım; ben onu bırakmışım, onun iki eli yakama yapışmış, hep öyle kalmış.
-O gün bugündür de iki elin yakamızda.

O kahpe siyaset, burnuma halka geçirmiş, beni hüzünlü bir dansçı ayıya çevirmiş.
-Hüzünlü dansçı ayılara haksızlık etmiyor muyuz?

Hep o çalmış, hep beni oynatmış.
-Daha çok sen çaldın diye hatırlıyorum ama?

Dağınık evin ortasında, “Hello” dergisine bakıyorum.
-Ben kapağını bile görmedim hiç. Bağışla cehaletimi.

Madonna’nın Dolce Gabanna’nın yeni sezon çekimleri beni yine allak bullak ediyor.
-Ah senin bu ince ruhun yok mu. Kesin gözlerin dolmuştur.

Bir İtalyan kasabası, bir yemek masası.
Masanın etrafına her yaştan erkek oturmuş. Tek kadın o. Masanın kraliçesi.
-Seni allak bullak eden kadın de mi?

Üzerinde göğüslerini açıkta bırakan siyah dantelli, dekolte bir elbise; göğüslerini siyah incecik bir tülle perdelemiş.
O incecik tül, Dante’nin Beatrice’si gibi, beni alıp, teşhirin saklı bahçesine sokuyor.
-Cennette Dante'ye yol gösteren melek Beatrice'le şuh Madonna arasında nasıl benzerlik kurmuşsun hayret? "İlahi Komedya'yı" ilköğretim seviyesi versiyonundan mı okudun?

Sol elini sandalyenin koluna dayamış. Dayamış değil, sere serpe bırakmış. Davetkâr.
-Ne içi geçmiş adamsın yahu, ne çıtırlar var sen hâlâ Madonna fantezisi yapıyorsun :P

Başı da hafifçe havada, burnu da.
Kibirle gurur, cazibeyle tahrik arasında bir bakış; alenen, pervasızca “Ben kadınım” diyor.
-E ben de Madonna'yı kadın biliyordum. Yanılmış mıyım?

Kendinden emin; “50’li yaşlarımı hayatımın en güzel yaşı haline kendim getirmişim” dercesine bir afra tafra.
-Burhan Altıntop'un kulakları çınlasın

Ama hepsi hak edilmiş. Hepsi ona yakışıyor.
-Yakışır tabi :P

Hemen yanı başında hünsa bir erkek.
-Hünsa ne yaaa?

Madonna, her yaşa, herkese, her ahlaka kafa tutuyor, efeleniyor.
-Ne demek istedin şimdi sen?

Edip Cansever’in şiiri geliyor aklıma:
“Bir ruh mu bu kadın -Cemile-
Nereye değdirsem ellerimi
Masaya, perdeye, konsola
Onunkine değmiş oluyor biraz
İnatla çekiyorum. Ellerimi çoğu kez.
Gizlemem bundan.”
-Edip Cansever mezarında ters dönüyordur.

* * *

Madonna’nın fotoğraflarına bakıyorum ve o aynı duyguya bir kere daha iman ediyorum.
Kadının yaşı yok.
-Niye yok?

İyi ki yok.
İyi ki, her yaşını en güzel yaşına dönüştürebilen mükemmel bir simyacı o.
-Hâlâ Madonna'dan mı bahsediyoruz?

İyi ki o kadınlara tapan erkekler de var.
-Yani sen.

İyi ki onlar da böylesine mükemmel birer simyacı.
-Bu ne megalomanlık yaaa

Seyretmeyi, tapınmayı, hayran olmayı, abartmayı biliyorlar.
-Vıcık vıcıksın Erto yaaa, öğğe.

* * *

Boyacılar çalışıyor.
-Buyruuuuun, Madonna'dan, şehvetten badanaya geldik.

Üstü örtülü eşyaların arasında dalıp gitmişim; çaresizce bir muhatap arıyorum.
-Muhatap imralıdadır dermişim ehu ehu ehu :)

Birisine seslenmek istiyorum; “Kurtar beni buralardan” diye bağırabileceğim meçhul bir adres soruyorum.
-Boyacılar çalışıyormuş ya evde.

Bu görüntüler, bu hüzün bana “Serseri Mayınlar”ı, Ferzan Özpetek’i hatırlatıyor.
-Her yazıda bir filme gönderme yapmadan da olmuyor.

İşte adres o; hiç tanımadığım, hiç karşılaşmadığım bir insan.
Haykırmaya başlıyorum:
“Sevgili Ferzan, çağır beni bu İtalya’ya; Lecche’de bir masa kuralım, geceler boyunca konuşalım.”
-Bu yazıdan sonra çağırır artık canım ama muhabbetin hiç çekilmediğini biliyordur inşallah.

Benim dünyam, insanların özgürce konuşabileceği, özgürce yazabileceği,
özgürce kahkahalar atabileceği, özgürce ağlayabileceği; utanmadan, saklamadan, hüngür hüngür, zırıl zırıl ağlayabileceği bir dünya.
-Bu dünyadan bizim niye şimdiye kadar haberimiz olmadı acaba?

Madonna’nın idolü Anna Magnani. Ben de Marcello olmak istiyorum.
-Madonna meselesini kapatmamışmıydık? Niye bu kadar dağınık yazıyorsun yahu?

Siyah takım elbise, beyaz gömlekler giymek, siyah gözlükler takmak; “Danalar” gibi aylak aylak dolaşmak istiyorum.
-Engelleyen mi var "Dana"! ehu ehu ehu :)

Ne 12 Eylül’ün rövanşı, ne şundan ne bundan nefret.
-Bir yazında da aradan siyasi mesaj vermeyi ver be adam.

İçimde ne kapanmamış bir hesap, ne mazinin kini, ne şimdinin öfkesi, ne yarına bırakılmış soğuk bir intikam şerbeti.
-Bak bak, satır aralarına bak. Tatilde hepsini denize mi bıraktın, ne yaptın?

O insafsız yerçekiminden kurtulmuş, ana rahmine dönmüşüm.
O harikulade plasentanın içinde serbestçe uçuyorum. Mutluluk taklaları atıyorum.
-E ne diye beni kurtarın buralardan diye çığlık atıyorsun?

Ve haykırıyorum: Arkadaş ben, Ben olmak istiyorum.
-Sen busun zaten abicim

Sadece Ben...
-Evet sadece bu


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15395347.asp?yazarid=10&gid=61

22 Temmuz 2010 Perşembe

Saat 23.59 bir sahil kasabası

BU yazıyı, Türklerle Kürtlerin bir arada kardeşçe yaşamasını samimi olarak isteyen insanlara yazıyorum.
-Senin "kardeşçenin" nasıl birşey olduğunu biliyoruz.

Lütfen önyargısız, dikkatle okuyun.
- Hadi öyle olsun. Buyur, dikkatle okuyorum.

Çünkü siyasetçiler referandum telaşında, bütün dikkatleri “Evet”le “Hayır” arasına sıkışmış durumda.
İş bizlere kaldı.
-Bu "biz" arasına kendini katıyorsan "biz"i gerçekten zor günler bekliyor.

* * *
Neresi olduğunu söylemeyeceğim.
- Biliyoruz zaten, daha haftasonu yazdın

Yer Ege’nin sahil kasabalarından biri.
-Yemek yediğin mekanın reklamını bile yapmıştın yahu.

Her gece saat 21.00’den itibaren diskolar etrafı yıkmaya başlıyor.
Her gece canlı, her gece yaşıyor.
-Bodrum Türkbükü'nde oduğunu bilyoruz diyorum, heeeey!

Önceki gece, çevre sakinleri farkına varıyor ki, etrafta tuhaf bir sessizlik var.
-Hayırdır?

Saat 21.30’a geldiği halde diskolarda çıt yok.
Merak edip soruyorlar.
Cevap şu
“7 şehidimiz var...”
-Senden daha samimi oldukları kesin.

Sessizlik devam ediyor ve saat tam 23.59’da çok ilginç bir şey oluyor.
-Ne oluyor?

* * *
Saat tam 23.59...
Yani gürültü yasağının yürürlüğe girdiği saat.
-Sırf yazıyı uzatmak için yazmana gerek yok. Yılmaz Özdil'den örnek al biraz.

İşte tam o dakikada, diskodan bir müzik patlıyor.
Ege’nin efe şarkıları.
-E ne var bunda?

Ve sabaha kadar aynı minvalde devam ediyor.
-Sen dinledin mi sabah kadar? Nerden biliyorsun devam ettiğini?

“Canım 90’lı yıllarda da olmuyor muydu? Şehit cenazesi kalkmıyor muydu” diyenler varsa onlara da söyleyeyim.
Bu ülke, o günlerde Doğu’sunda katliamlar olurken, Batı’da Michael Jackson konseri yapıyordu.
- Sen de beleş biletle en önden izliyordun.

Bugün durum farklı.
Batı’da diskotek sahibi, o geceki menfaatini bir kenara bırakarak, 7 şehidine ağıt yakıyor.
-Ama sen bundan ders alıp biraz daha samimi olur musun bilemiyorum?

* * *
Şimdi ne yapalım...
-Çoğul yazmayıver şunu, kendini de işin içine katıyorsun qorxuyorum!

Bu işaretleri görmezden gelebiliriz.
-Neyin işareti?

“Canım mahalli bir tepki” deyip geçebiliriz.
-Geçebilir miyiz?

Devekuşuluğu yasaklayan bir kanun da yok.
-Kafanı kumdan hiç çıkarmadığına göre?

Hazır gözler “Evet”le “Hayır”a kilitlenmişken, yan mahallede olup bitene kulakları tıkar, gözleri kapayabiliriz.
-Sadede geel.

Ben diyorum ki;
Kapatmayalım.
Birlikte yaşamaya ant içtiysek, hiç kapatmayalım.
-Ne yapalım?

Çünkü o diskolarda patlayan her efe müziği, aradaki duvarı yükseltiyor.
-İzmir'de konvoy taşlandı sen hala Efe müziğinden bahsediyorsun be adam!

Araya daha fazla kan girdikçe, mesafe açılıyor.
-Sonunda anladın yani?

* * *
İşte o nedenle, umutsuzca, hayalperestçe de olsa, Türkiye’nin makul Türklerine ve Kürtlerine sesleniyorum.
-Sana makul insanlar seni okumuyorlar demiştim diye hatırlıyorum?

Siyaset, 12 Eylül’e kadar Kürt meselesine paydos dedi.
-Bu referandumla ve yapılan değişiklikler siyaset olmuyor yani?

Her gün 30 cenaze kalksa bile, başlarını evet mi, hayır mı kavgasından alamayacaklar.
-Senin daha önce başını rant kavgasından alamadığın gibi yani?

İş bize kaldı.
-Biz deme Allah aşkına. Korkuyorum dedim ya!

Bu ülkenin gerçek sivillerine.
-Ha hay, sende mi o gerçek sivillerdensin?

Artık Diyarbakır’dan da, Şırnak’tan, Pervari’den de yürekli bir ses bekliyorum.
-Sakine anayı okudun mu? Yıllardır hem ses verip hem de bu taraftan bir ses bekliyor.

Kulaklarım oradan 7 şehit için gelecek ince bir ağıda hasret.
-Sende kesin duyma problemi var.
Tatil dönüşü doğruca bir kulak burun boğaz doktoruna. Tamam mı?

Oradan bir gelse, ben üç vereceğim.
-Oradan binlerce geldiğinde sen içtiğin şarapların reklamını yapıp, hükümetler kurduruyordun.

Dün ülkenin dört bir tarafından 7 cenaze kalktı.
Yedi gencecik beden toprağa verildi.
-Hepinizi cenazelere bekliyorum diyordun hani, ağıt yakıyordun?
Tatilini yarıda bırakıp gittin mi?

Fazla değil, eğer 70 milyonun 65’i sesini yükseltse, “Bir dakika...” dese
-Senelerdir sana 1 dakika huzur ver diye yükselen sesi duyuyor musun ki o sesi de duyasın?

O dağdaki adam yapayalnız kalır.
-Senin zihniyetini nasıl yalnızlaştıracağız?

Biz çoğalırız, o yapayalnız kalır.
-Seninle çoğalamayız. Çünkü dağdakileri çoğaltan senin zihniyetin.

Hiç korkmayın, çekinmeyin, endişe etmeyin.
-Merak etme senden daha cesuruz.

O adam aradan çekilirse, Türk Türklüğünü, Kürt Kürtlüğünü daha rahat, daha özgürce yaşar.
-Haklısın valla. O da, sen de aradan çekilirseniz çok daha rahat çözülür sorunlar.

* * *
Son sözüm siyasetçilere;
-Neymiş son sözün?

Yiğitlik yine bende kalsın, herkesin konuştuğunu ben dillendireyim.
-Fasülye de kendini nimetten sayıyor :)

İnsanlar artık aralarında şu soruyu sormaya başladı:
“Niye Nişantaşı’ndan hiç şehit cenazesi kalkmıyor?
-Bu ara deniz suyu kulaklarını temizlediğinden sen daha yeni duyuyor olmayasın?

Neden bir siyasetçinin, ünlü bir insanın akrabasının şehit olduğunu işitmiyoruz?”
Yok da ondan...
-Bir yolunu bulup askerliklerini "rahat" yerlerde yaptıklarından olmasın?

Kürt meselesi artık Türk toplumunu fena halde zehirlemeye başladı.
-O zehrin ilk karışımını sen hazırladın unutma!

12 Eylül’den sonra bunun üzerine ciddi biçimde eğilmekte yarar var.
-Neden bugün değil de 12 Eylül'den sonra. Ölüm listesi iyice kabardıktan sonra mı?

12 Eylül’e kadar, sizi meşgul etmeyelim, işinize bakın; şehitleri biz kaldırırız.
-Tatildesin ama? Nasıl kaldıracaksın?

Merak etmeyin, göz pınarlarımız kuruyuncaya kadar ağlaya ağlaya yaparız.
-Senin ağlayabildiğine inanabilsem, anlayabildiğine inanırdım ama malesef!

İlgili yazı; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15385410.asp?yazarid=10&gid=61

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Hani kardeşim neredesiniz

HEPİNİZE sesleniyorum.
-zaten her yazında öyle yapmıyor musun?

Beni yerden yere vurup, Hitler’e benzeten, ne Miloseviç’liğimi bırakan, ne ırkçılığımı.
Bana faşist etiketi yapıştıracak kadar vicdansızlaşan sözde aydın.
-Çok ayıp etmiş.

Hepinize sesleniyorum.
-"Sözde Aydına" mı bize mi karar ver.

Size; Hasip Kaplan kardeşim size sesleniyorum.
-Duyuyordur seni güzel kardeşi duyuyordur.

Beni neredeyse “Bölücübaşı” ilan edip, bin bir hakareti yağdıran; “Biz, tek ve bütün Türkiye’den yanayız” diye televizyon televizyon dolaşıp,
bana etmedik hakaret bırakmayan güya aydın. Size de sesleniyorum.
-Çok büyük haksızlık etmişler sana.
Oysa sen tatilde, üstündeki deniz suyu kurumadan memleketin önemli meseleleri üzerine yüksek fikirlerini paylaşmıştın.

* * *

Bak.
7 çocuğumuz daha şehit oldu.
Neden?
-Sen 20 yıldır bu soruyu Genel Kurmay'a sorma cesaretini göstermediğin için.

7 ana evine, baba evine daha ateş düştü.
Neden?
-20 Yıldır "büyük manşetlerinle" o analara, çocuklarına aldırmadan savaş çığırtkanlığı yaptığın için.
Fil dişi kulenden 20 yaşındaki çocukları cepheye sürmekte 1 dakika tereddüt etmediğin için.
Söz konusu vatan olduğunda, devletinin çıkarları olduğunda gencecik cesetleri teferuat saydığın için.

Anadolu’nun 7 yerinden yine cenaze kalkacak neden?
-Günlerdir süren "Heron" skandalıyla ilgili tek satır yazmadığın için, Dağlıcanın, Aktütün'ün hesabını sormadığın için.
Cinayet şebekesi Jitem'in avukatlığını bir kenara bırakıp, kendi döşediği mayınla ölenlerin,
Askerin eline el bombası sıkıştıranların neden cezalandırılmadığını sorgulamadığın için

Gazeteler, televizyonlar, sırf infiale yol açmayalım diye, gönüllerine taş basarak o görüntüleri vermeyecekler.
Neden?
-Aynı gazeteler binlerce faili meçhulün, yakılan köylerin, sürgün edilen insanların,
Aktütünlerin, Dağlıcaların, Bingöl'de ölüme gönderilen 33 askerin haberini de yapmamış, gerçeğin peşiden koşmamıştı.
O zaman da yüreklerine taş basıp Güçlükonak'ta cesetlerin sağlam kimliklerininin görüntüsünü vermemişti. Kirli bir savaşın sürmesi için elinden gelen yalan yanlış haberi yapan bu medya değil mi? Birbirinden iki kopuk kamuoyu yaratan bu medyanın yayınları değil mi?

On binlerce, yüz binlerce anne, 5 yaşındaki erkek çocuğuna bakıp, 15 yıl sonrası için daha şimdiden ağıt yakacak.
Neden?
-Sen ve senin gibilerin savaşı sürdürmek için ortaya saçılan ses kayıtlarını, ihmalleri haber yapmadığınız için.

Dağdan gelen bu adamlar, “Tek ve üniter Türkiye’yi” savundukları için mi?
Onun için mi, vatan sınırlarını koruyan, ülkenin bütünlüğü için gece gündüz nöbet tutan bu gencecik çocuklara kalleşçe saldırıyorlar?
-Sayenizde "bebekler'den katil yaratan karanlıklar" sorgulanmadığı için

Şu bana ettiğin hakaretin onda birini ona da etsene kardeşim.
-Sen devletin cinayetlerine hakaret edemiyorsun ama merak etme ben ikisine de ediyorum.

Hani nerede o “birlikte yaşama” iradesi.
-Senin birlikte yaşayacağın kim var bu ülkede?
Herkesi kendi esaslarına göre yaşatmaya, kendi belirlediği sınırlarda yaşamaya zorlayan biriyle kim niye birlikte yaşasın?
Kendi "Beyaz Türk" cemaatin, "tout İstanbul'un" dışında kimlerle yaşayabilirsin sen?
Dindarlarla? Ermenilerle? Alevilerle? Kürtlerle?
İnan sen olmasan biz daha rahat yaşarız.

Hançereni çatlatırcasına ettiğin küfürler?
-Sen var ya bu dünyada yaşayacağını yaşadın zaten ama eğer öteki dünya varsa işin zor kardeşim.
Bu dünyda yaptıklarının bedelini diğer tarafta tek tek ödetirler.

Yoksa hepsi kuru gürültü müydü.
O soru soruldu diye çata pata mı yapıyordunuz?
-Silah sesleri sana çata pata diye geldiği için mi sen şarabını içip Kardak'a asker yollarken o kadar keyifliydin?

* * *

Beyler, 7 evladımız daha katledildi.
-Malesef

Kalleşçe katledildi.
-Malesef

Bugün 7 cenaze kalkacak.
-Malesef

İşte size “gazi kasaba ve şehirlerimizin” listesi.
Turgutlu, Avanos, Turhal, Dörtyol, İslahiye, Bursa, Kozan...
Günlerdir beni yerden yere vuran, ayağının altında paspas yapan, üzerime Hitlerciliği, Miloseviççiliği, onu bunu yapıştıran vicdansız;
Hepinizi cenazelere bekliyorum.
-Sen de gel.
Bırak bir gün önce elindeki 100 euroluk şarabı gel.
Teşvikiye'ye değil Dörtyol'a, Kozan'a gel.
Kırmızı şarapların merkezinden, tadımlık şaraplardan kop da gel.

Hep birlikte “Yaşasın tek ve üniter Türkiye” diye haykıracağız.
-Şehit yazısı yazarken bile her şeyin devlet.
Allahın devletin olmuş senin.

Köşenizden ettiğiniz birlikte yaşama yeminini oralarda da tekrarlayacağız.
Hepinizin köşelerinden, PKK’ya lanet bekliyorum.
-Sen şarap yazıları yazarken sana laf edenlerin bir çoğu hergün lanet yağdırıyor zaten.
Onlar senden lanet bekliyor.
Köşenden şimdiye kadar yaptıkların için kendine lanet etmeni bekliyorlar.

Öyle, kimsenin duyamayacağı sivrisinek vızıltıları değil, inançlı, kararlı sesler bekliyorum.
Yani dünyanın dört bir yerinden duyulacak kadar gür ve imanlı.
Dün bana vurma günüydü, bugün samimiyeti ispat günü.
-Sen istediğini duyup istemediğini duymadığın için fark etmez.
Samimiyetini yesinler. Önce dön bir kendine bak. Her tarafından sahtelik akıyor.

* * *
Eğer bu ülkede birlikte yaşayacaksak, 7 çocuğumuzu kalleşçe katleden canileri de birlikte lanetlemeliyiz
Birlik ve beraberlik, bu ortak lanetten doğacaktır.
-Birlik ve beraberlik senin lanetinin üzerimizden çekilmesinden doğacaktır emin ol!

Dinlememeye, anlamamaya imanlı zevata ne söylesem boş.
Ben makul insanlara seslenmek istiyorum.
Makul Türklere ve Kürtlere.
-Onlar seni okumuyorlar bile, boşuna heveslenme.
Kendi okurunuda bahsettiğin zevat formatına sokmuş durumdasın zaten.

Birlikte ve kardeşçe yaşamak hepimizin menfaatinedir.
-Senin menfaatine olduğundan emin değilim. Yoksa 20 yıl boyunca nasıl "büyük manşetler" atabilirdin?

Eğer buna samimiyetle inanıyorsak, PKK’ya karşı kol kola mücadeleye başlamalıyız.
-Edelim. Hem Kürtler'in de Türkler gibi bu ülkede özgürce yaşaması için mücadele edelim.
Hem de PKK'ye karşı.

Biliyorum, o mendebur teşkilat, sindirmeye çalışacak. Bastırmaya uğraşacak. Zorbalık yapacak, hayatımıza kastedecek.
-O teşkilatı sen daha iyi bilirsin. Senelerce propagandalarını yapmadın mı?

Ama cesur olmalıyız.
Hem batıda hem doğuda sesimizi yükseltmeliyiz.
-Yükseltelim

Öyle “İki taraf ta silahları indirsin” gibi bahanelere hiç yüz vermemeliyiz.
-Neden? Diğerleri insan evladı deği mi? Onların anne babaları, kardeşleri yok mu?
Dağa adam öldürme sporu için mi çıktılar?
Oradaki şehirlere her gün cenazeler gelmiyor mu?

Eğer bu ülkede birlikte, korkusuzca ve özgürce yaşamak istiyorsak, dağdaki adamın elinden silahını artık biz almalıyız.
-Evet alalım. Demokratik Özerlik için adam öldürmek yanlışın en büyüğüdür, silahla hak aramanın devri geçti diyelim.
Gel burada eşit ve özgürce yaşayalım, ne istiyorsan onun siyasetini yap diyelim.

Artık başkasından hayır yok, umut bizde.
-Biz derken kendini kast etmiyorsun umarım. Çünkü senden hiç umudum yok.
Kusura bakma ama sicilin çok kabarık.

Birlikte yaşamayı samimi olarak isteyen Türkler de ve Kürtler de.
-Hah bak bu defa doğru söyledin.

Hem dağdaki teröristi, hem de düzdeki o güya aydını elimizin tersiyle itip, duruma el koymalıyız.
-İşte senin yöntemin bu. Sana göre yaşamayanı elinin tersiyle it.
Biz birlikte eşit yaşamanın yolarını arayıp, eşit yaşamak istemeyenleri elimizin tersiyle iteceğiz
Sen bu kafayla devam et.

İlgili yazı;http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15367265.asp?yazarid=10&gid=61

20 Temmuz 2010 Salı

El Bulli'ye giden şarabı tattım

SON 10 gündür önemli bir yabancı konuğumla birlikte tatil yaptık.
- Sen bu bölünme yazılarını şezlongunda güneşlenirken yazdın yani?

Hemen her akşam, yemeği birlikte yedik. 10 gün boyunca ona sadece Türk şaraplarından ikram ettim.
Sonuç:
Fevkalade memnun ayrıldı.

- Yine mi şarap muhabbeti yaaa

Artık bütün yabancı dostlarıma Türk şarabı ikram ediyorum.
İnanın hemen hepsinin tepkisi çok olumluydu.

- Bak geçen gün kafanın niye zonkladığı şimdi anlaşıldı, meraktan değil şaraptanmış işte.

Geçen Pazar Bodrum Türkbükü’nün Maça Kızı Restoranı’nda akşam yemeğinde dikkat ettim.
- Tabi bir de mekan muhabbeti var. Canım, bu tür şeyleri ergenler yapıyor artık, vazgeç bu kadar reklamdan.

Bizim masa dışında iki üç masada daha Türk şarabı içiliyordu.
- Bir de utanmadan milleti dikizliyorsun.

Mesela İzmir’in “Prodhom” şarabı da son günlerde dikkati çekmeye başladı. Onu da izlemeye aldım.
–Psikoloğun da seni izlemeye alsa hiç fena olmaz

* * *

Dün İzmir’de Sevilen Şarapları’nın merkezindeydim.
- Tabi içip yazısını yazmak yetmiyor, merkezine de gitmek lazım

Sevilen büyük bir başarıyı kutluyor.
Ürettiği “900 Sauvignon Blanc” şarabı, dünyanın en iyi restoranlarından biri olarak kabul edilen “El Bulli”nin menüsüne girdi.

- Restoran dağarcığından devam ediyoruz

Dün bu şarabı tatmak için oradaydım.
- Hakkında yazı yazacağını söyleseydin ayağına getirilerdi niye zahmet ettin ki?

Ayrıca, önceki hafta sonunda Wall Street Journal’de Sevilen’in “Centum” adlı Şiraz şarabı için de övücü bir yazı çıktı.
- Dikkat buyurunuz, yabancı basını da takip ediyoruz.

Gazete aynı sayısında Corvus Grubu’nun şaraplarını da övdü.
- Ama sanırım sadece şarapla ilgili olan kısımlarını.

Geçen ay, Mey Grubu’nun Kayra İmperial Shiraz şarabı, Paris’in çift Michellin yıldızlı iki ayrı restoranının menüsüne girdi.
Bunun için verilen davete ben de katıldım.

- Ay gerçekten çok paçozsun. Bari bunları başka yazıya saklasaydın.

Kayra Imperial şimdi New York’un ünlü “Per Se”sinin menüsüne girmeye çalışıyor.
Başarırsa büyük iş yapmış olacak.

- Sen daha iyi bilirsin tabi.

İkinci restoranda bize ilginç bir şey anlatıldı. Yaptıkları “İsim kapalı tadımlarda” bu şarap çok beğeni topluyormuş.
- Çok da fiyaka isim yani

Ama “Türk şarabı” denince, tabii ki görüşler değişiyor.
Kavaklıdere, Doluca, İdol bu yıl büyük atılımlar yapıyor.

- Bütün piyasaya hakimsin maşallah

Ben şunu iddia ediyorum.
- Neyi canım?

Türk kırmızı şarabının bazı markaları, şu an Avrupa’nın en iyileri arasına girecek düzeye geliyor.
Ne var ki ülke imajı, bu markaları aşağı çekiyor.

- Ahhh işte ne yapalım, kurtulamadık ki şu sıkmabaş eşli yöneticilerden, gerçi söylediğine göe yavaş yavaş “Beyaz Türk” restoranlarına takılmaya başlamışlar ama, uzun yol.

* * *

Sevilen’in El Bulli’ye kabul edilen Sauvignan Blanc’ın fermantasyonu kaliteli Fransız fıçılarda yapılıyor. Daha sonra 8 ay fıçılarda bekletiliyor.
Gerçekten iyi bir şarap olmuş.

- Film koptu. Durdurabilene aşk olsun

Ancak ünlü restoranların menülerine giren şaraplar bir şeyi dikkatimize getiriyor.
Kayra Imperial Şiraz, şu an Türkiye’nin en pahalı şarabı.

- Hah, bir fiyatı eksikti.

Paris’teki restoran fiyatına baktım, 62 Euro’ydu. 62 Euro, 120 Türk Lirası ediyor. Oysa bu şarap Türkiye’de, piyasada 170 liraya satılıyor.
Restoranda 250-300 liradan aşağı içemezsiniz.

- Biz içemiyoruz sen içiyorsun anladık da, bunu habire yazıp durmasan?

Sevilen’in yeni kuşak patronu Enis Güner’e, 900 Sauvignon Blanc’ın, El Bulli’de kaç eurodan satılacağını sordum. O da aşağı yukarı aynı fiyattan satılacakmış.
İki şarabın Türkiye’deki fiyatlarını karşılaştırdığımda, Kayra Imperial’in çok ucuz kaldığını görüyorum.

- Dedim ya koptu kayış diye.

Anladığım kadarı ile Mey Grubu, özel bir fiyat stratejisi uyguluyor.
“Türk imajının” getirdiği dezavantajı düşünürsek, doğru bir strateji diyebiliriz.
Yoksa, Kayra Imperial, o restoranlarda en az 90-100 Euro’ya satılabilecek kalitede.
Ama Türk şarabının asıl sıkıntısı iç pazarda çok pahalı oluşunda.

- Ertuğrul, huuuu!

* * *

Türk şarabının imajı bakımından çok büyük bir başka sorunumuz var.
- Yine meseleyi memleket imajına bağladın ya, helal olsun.

Türkiye’ye her yıl 25 milyona yakın turist geliyor. Bunların çoğu, “Her şey dahil” otellerde veya tatil köylerinde kalıyor.
- Bak vallahi ondan ben de rahatsızım.

Aşırı rekabet ve düşük fiyat politikaları nedeniyle bu insanlara sunulan şarabın kalitesi sorun oluyor.
- Sadece şarabın olsa iyi

Türkiye şarapçılığa özel önem vermeli.
- Vermeli tabi

Bu insanların yarısına bir şişe şarap içirebilsek, 12 milyon şişe şarap eder. Birer şişe alıp götürseler, 12 milyon şişe şarap daha demek. - Matematiğinde gayet iyiymiş!
Bundan iyi tanıtım imkânı olamaz.
- Satış mı, tanıtım mı?

O nedenle hükümet, şarapçılığı özel bir teşvik politikası ile ele almalı.
- Nerdeeee, adamlar tadını bilmiyorlar ki!

Türk şarap üreticilerini bir kere daha kutluyorum.
Az zamanda gerçekten büyük iş yaptılar.

– Eksik olma, senin çizdiğin imaja layık olmaya çalışıyorlardır.

İlgili yazı; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15357531.asp?yazarid=10&gid=61

18 Temmuz 2010 Pazar

Ak Parti 'Beyaz Türk' restoranında

DÜN Vatan Gazetesi'nde İclal Aydın'ın köşesini okurken fark ettim.
-Yazılarını okudukça bu ünlü düşünürümüzün köşesinden de etkilendiğin belli oluyor. Neyi fark ettin peki?

Sitcom gazeteciliğini nasıl özlemişim.
-“Sitcom Gazeteciliği” de “Kabile Aydınları” gibi bir muhteşem bir Özkök klasiği galiba?

Bu yazıyı okuyunca gel de orada olmayı isteme.
-Meraklandırma turlarına başlamış bulunuyoruz.

Gel de orada gördüklerini, ballandıra ballandıra yazma.
-Ballandırmadan yazdığın kaç tane yazın var?

Gel de, tam bir araştırmacı gazeteci ruhuyla bu işe dalma, gerisini kurcalama.
-Araştırmacı gazetecilik ve sen?

Buyurun size, keyifli bir cumartesi sitcom'u.
- Buyuralım bakalım.

Acayip bir “tesadüfler parodisi”.
–Çok merak ettik. Hadi, devam et!

* * *

Önce mekândan başlayalım.
- Buyur dedik ya

İclal Aydın'ın yazısına göre, olay “İstanbul'un en hareketli restoranlarından birisinde” geçiyor.
-Neresi acaba?

O, restoranın ismini vermiyor, ama bu araştırmacı gazeteci hemen mekânın adını tespit ediyor.
-O, İclal Aydın, şimdiki satırları yazan sen, seni anlamaya çalışan ben, peki bu araştırmacı gazeteci kim? Ne zaman 4. Kişi girdi muhabbete. O da mı sensin?

Yer, Sunset Restoran.
- Hemen de tespit etmiş yeri, helal olsun müthiş bir araştırmacı gazetecilik örneği

Japon şefi bütün “Beyaz Türklerin” beğenisini kazanmış, en “in” yerlerden biri.
- Bu türün başı sensin ama sen de hâlâ takıldığın mekânın havasını atıyorsun be abicim. Biz kabul ettik ama sen bir türlü hazmedemedin kendi durumunu yahu!

Bir masada medyanın iki tanınmış kadın siması oturuyor.
-Eeee

Biri İclal Aydın, öteki Elif Dağdeviren.
Benden duymuş olmayın, bu iki kadın çok iyi arkadaş ve son zamanlarda her yerde birlikte görünüyor.

- Tamam, biri senin etkilendiğin bir düşünür olabilir de bundan bana ne?

Orada CHP'nin eski İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin'le buluşacaklar.
- Şu twitterda 40 yıllık Akbil’e “Akpil” diyen Gürsel?

Ama biz dikkatimizi dağıtmayalım, asıl olay o masa değil, biraz ilerdeki iki ayrı masa.
- Hep aynı şey yaaa, sadede gelinceye kadar fıtık ediyorsun adamı

* * *

Birazdan içeri Hürriyet İnternet Genel Yayın Yönetmeni Fatih Çekirge giriyor. Tabii doğruca kadın gazetecilerin masasına yöneliyor.
- Niye "Tabii doğruca kadın gazetecilerin masasına yöneliyor"? Fatih Çekirge’nin erkek fobisi mi var? Yoksa o restoranda erkeklerle buluşmak yasak mı?

Onlar sohbet ederken bu defa restorana Akif Beki giriyor.
- Bak seeen, kadro renkleniyor. Eeeee?

Yazıyı ilk okuduğumda sanki Akif Beki'yle, Fatih Çekirge restorana birlikte gelmiş gibi bir sonuç çıkardım.
- Doğru dürüst okuduğundan emin misin? Yukarıda onlar sohbet ederken diye yazmışsın
Dün Fatih'i arayıp sordum, "Hayır Akif tanımadığım birkaç arkadaşı ile birlikteydi" dedi. Yani onlar birlikte değilmiş.
- Peki, rahatladın mı bari?
Buraya kadar her şey normal
–Birazdan anormal bir durum var yani? İyice heyecanlandım bak.

Bir tarafta iki kadın gazeteci. Öteki tarafta iki erkek gazeteci. Yer Sunset. Fransızların tam da “Tout İstanbul”, yani “Bütün İstanbul” diyebileceği bir yer.
- Yahu Franszılar İstiklal'e "tout İstanbul" derler. Sen 3-5 gazetecinin takıldığı yere diyorsun

Yani kimi görseniz sürpriz olmaz. Ama bir kişi var ki, eğer restorana o da gelirse, merak böceği gelir sitcom araştırmacısını tam şah damarından sokar.
- Ne kadar saçma sapan cümleleri bağlamaya çalıştığının farkında mısın?

Sıkı durun; “o kişi de” birazdan salona giriyor.
- Kim ki o ya, bak o böcek beni de soktu galiba.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu.
- Bak şu işe. Ne işi varmış o badem bıyıklının orda? Gerçi adam İstanbul Erkek Lisesi'nden mezun, hem Dışişleri Bakanı filan, buradan yırtmaz mı?
Yani Başbakan Erdoğan'ın eski danışmanı Akif Beki'nin bir süre önce en ağır eleştirilerle “lime lime” edip bıraktığı bakan.
- Eeeee?

Sahneyi gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz?
-Hitchock gerilimi mi izliyoruz? Nesini gözümüzün önüne getireceğiz bunun?

* * *

Meğer AB ile ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanı Egemen Bağış ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yabancı konuklarına yemek veriyorlarmış.
- Hem de "Beyaz Türk" restoranında. Gidip Üsküdar’da kebap yeselermiş ya.

Tabii normal bir gazeteci, hemen olayın siyasi tarafına bakar.
- E sen de "normal" bir gazeteci olmadığına göre

Benim derdim ise başka.
- Ben de onu diyorum zaten.

Ama önce işin siyasi yanını öğrenmek isteyenlerin merakını gidereyim.
- Buraya kadar okuduk yazını bari işe yarayacak bir şeyler de yazıver.

Akif Beki ile Ahmet Davutoğlu bırakın konuşmayı, birbirleriyle göz göze bile gelmemişler. Arada sanki buzdağları varmış.
- Bu sana göre meselenin siyasi yanı oluyor tabi.

* * *

Şimdi araştırmacı sitcom'cunun çıkardığı sonuçlara gelelim:
- Şimdi de yeni bir terim daha "araştırmacı sitcom'cu". Ne kadaar yaratıcısınn

Demek ki, aralarındaki mesele kapanmamış.
- iyi, kına yak...

Belki gözümden kaçtı ama ben, Başbakan'ın, Ahmet Davutoğlu'na sahip çıktığına dair bir şey okumadım.
– Senden kaçar mı hiç?

İki sorunun cevabını hepimiz merak ediyoruz.
-Ben etmiyorum, nolucak?

Bir; Akif Beki o yazıyı Başbakan'ın bilgisi dahilinde veya oradan aldığı işaretle mi yazdı?
-Merak ede ede bunu mu ettin?

İki; Böyle olaylarda her adamına sahip çıkan Başbakan'ın sessizliği “Kuzuların Sessizliği” mi?

- Filmin isminden başka nasıl bir ilişkisi var bu konuyla?

Neyse, bu bizi aşar...
- Bu kadar yazdın aşmadı şimdi aşıyor öyle mi?

Asıl dikkatimi çeken şu: Demek ki AK Parti'nin bir bölümü ve onu destekleyen bazı gazeteciler de artık "Beyaz Türklerin" mekânlarına dadanmaya başlamış. Bu iyiye işaret.
- AKP’lilerin “Beyaz Türklerin” mekanlarına "dadanmaları" neden "iyi" bir şey? Memleketteki Ahmet Hakan sayısını arttırmak açısından mı?

Tabii mendebur yanım hemen şunu merak etti. Acaba iki masada da içki içildi mi?
- Eveeet, asıl konuya geldin galiba? Alkole yatırılmadan beyazlaşamazlar de mi?

Akif Beki'nin masasında içilmemiş. Hatta Sunset'in sahibi Barış, Beki'nin masasına bir şişe şampanya göndermiş.Beki iade etmiş. (Not: Birinci el kaynaktan sağlam bilgi.)
- Aaaa o da mı içki içmiyormuş? Tüh! Radikal’de yazıyor ama?

Ama resmi davetlilerin olduğu öteki masada içki servisi yapılmış.
– Hiii Davutoğlu da içmiş olmasın sakın?

Herhalde Gazze stresi de orada atılmıştır.
- Valla onları bilmem ama ben bu yazının stresini nasıl atacağım bilmiyorum?

* * *

Güzel Türkiyem; Hayat böyle güzel sürprizlerle dolu.
- Noldu? Memlekette petrol mü bulundu?

AK Partililerin toplumun bu tarafına “Beyaz Türk açılımı” yapmalarını çok takdir ettim.
- Böyle açılım mı olur ya, İçki ikram edilsin iade et, masada olsun ama içme, ohooo.

İnşallah bir gün Başbakan'ı da oralarda görürüz. Neticede oraları da Türkiye...
- Dı mı yani? Bir de elinde bir kadeh kırmızı şarap olsa artık ölsen de gam yemezsin.

Tabii Gürsel Tekin'in iki kadın gazeteciye anlattıklarını da çok merak ediyorum.
- Aman ne anlatacak, İstanbul’dan şutladılar ya onu, ortalığı kolaçan etmeye gelmiştir.

Merak böceği o gece beni fena sokmuş. Beynim zonkluyor.
- Beynin niye zonkluyor abicim? Kuantum fiziği üzerine filan mı çalışıyorsun?

Tahmin ediyorum bu “küçük tesadüfler” Ahmet Hakan'ın içini de gıcıklamıştır.
-Etmez mi abisi, proje hocasının içini gıcıklayan bir mesele Allah bilir onun içinde ne fırtınalar koparıyordur.

İlgili yazı:
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=15341477&yazarid=10&tarih=2010-07-17

16 Temmuz 2010 Cuma

Ceplerinde Tadelle zodyaklara bindiler

Ceplerinde Tadelle zodyaklara bindiler
- Ne biçim başlık bu yahu 20 senedir yazıyorsun hâlâ öğrenemedin.

MERAK ediyorum, şu sözler, bu ülkede yaşayıp, ülkesini seven hangi insanın içini acıtmamıştır:
- Hangi sözlermiş önce bir görelim.

“Ben dünyaya yeniden gelsem, yine asker olurdum, yine SAT olurdum. Ama bu ülkenin ordusunda değil.”
- Demek ki bu arkadaş da memnun değil ordudan. Haksız mı adam, Genelkurmay Başkanının boruyla law silahını ayırt edemediği bir orduya ne diye girsin.
Sözler, yargılanan emekli Binbaşı Levent Bektaş’ın.
- Ergenekon davasından mı, Kafes planından mı? Balyoz mu? Poyrazköy mü? Kafamız karıştı artık yahu. Haaa yoksa ofisinden evraklar çıkan adam mı?
Kabile aydınlarını bir yana bırakırsanız, kimin içini sızlatmaz.
- “Kabile aydınları” vaaay yeni lakaplar da bulurmuş. Denizaltıları havaya uçurmak için yapılan planları okuyunca için sızlamıyor, buna sızlıyor öyle mi?
Ya Kardak harekâtına katılan Albay Ali Türkşen’in şu sözleri:
“Çıkarmada kullandığımız botun benzinini kendi kredi kartımızla aldık.”

- E ne var bunda. Ben de dışarıda yediğim yemeği kredi kartımdan ödüyorum, sonra faturasını getirip parasını alıyorum. Hem Gümüşlük’te genelkurmay’ın benzinliği mi var?

****

GECE ÇIKARMA YAPACAK KOMUTANLA KONUŞUYORUM
- Bu da ara başlık. Ne işin var senin gece operasyona çıkacak komutanla. Başbakan mısın, genelkurmay başkanı mısın? Kır dizini otur çoluk çocuğunla.
Bu sözler sizin de içinizi, hem de çok derinden sızlatmıyor mu?
- Planların midemize yaptığı etkinin yanında ancak gaz sıkışması kadar rahatsız eder.
Ben bu satırları ağlayarak okudum.
- Kaç kere söyledim sana , hassas adamsın, bu hikayelerden uzak dur diye. Laftan anlamıyorsun ki.
Ve inanıyorum ki, bu cümleleri bir gün savunma değil, iddia makamında, hem de göğüslerini gere gere bir daha telaffuz edecekler.
- İddia makamında! Gün gelecek devran dönecek diyorsun yani?
Yine inanıyorum ki, o gün iddia makamının arkasında koskoca bir Türk milleti, müdahil avukat olarak yer alacak.
- O kadar emin olma canım. Millet boruyla silahı, ıslak imzayla kağıt parçasını senden daha iyi ayırt edebiliyor.
Madem bu konu açıldı, o gecenin hikâyesini bir de ben yazayım.
- Konuyu sen açtın. Kendin çalıp kendin oynuyorsun be adam
30 Ocak 1996 gecesi İstanbul’da bir yerde yemekteydim.
- Seni gidi seni, yine hangi güzide mekanda yıllanmış şarapları götürüyordun?
Cep telefonum çaldı. Arayan, Hürriyet’in o günkü Ege Bölgesi Temsilcisi Nedim Demirağ’dı.
- Bak sen, niye aramış?
“Ertuğrul Bey, şu an Gümüşlük’teyiz. Türk SAT komandoları birazdan Kardak’a çıkarma yapmaya hazırlanıyor. Şimdi size komutanı veriyorum” dedi.
- Yuh yani, öyle hemen de girilmez ki mevzuya. Hem komutanla ne işin var senin, Karargahın numarasıyla mı karıştırmışlar telefonunu, ne iş?
Komutan Yarbay İz Metin’di.
- İz yarbayın ismi mi yoksa rütbesi filan mı?
“Merhaba Ertuğrul Bey” dedi.
- E ne diyecek? Senin temsilci gibi hemen konuya mı dalsın?
Daha çok ben konuştum.
- Seni arayan onlar değil mi, niye boşboğazlık ediyorsun?
“Bütün millet arkanızda. Sizinle gurur duyuyoruz. Askerimize güveniyoruz. Hayırlı olsun” dedim.
- Sanki Yunanistan’ı fethe gidiyorlar. Niye kandırmışsın adamları. Milletin çoğu iki tane kayalık için savaş çıkartacaksınız diye saydırıyordu haberiniz yok.
“Çıkarmadan sonra sizi ararım” dedi ve telefonu kapattık.
- Ha bir de rapor verecek. Senden sonra karargahı da bilgilendirseymiş bari.
Hemen Fatih Altaylı’yı aradım.
- Tam adamını bulmuşsun. İkiniz bir fidanın güller açan dalısınız. Ordumuz sizinle gurur duyuyordur.
Ya Çeşme’de ya da Bodrum’a yakın bir yerdeydi. “Atla, Gümüşlük’e git” dedim.
- Bak yaşlanıyorsun artık. Nerde olduğunu bile hatırlamıyorsun.
Üzerine de renkli bir şey giymesini söyledim. Fotoğrafta dikkati çekmeliydi.
- Operasyonu yapan asker değil mi, o niye dikkat çekiyor?
Evet Türk SAT komandoları, çıkarma için zodyaklarını hazırlayıp mühimmat yüklerken, Hürriyet de oradaydı.
- Bu kadar hevesli bir yayın yönetmeninden kaçar mı? Elbette olacak.
Nedim Demirağ dışında Hürriyet Haber Ajansı Müdürü Erdal İzgi, muhabir Cesur Sert, Bölge Haberler’den Münir Koçaslan, kameraman Osman Akdeniz Gümüşlük’teydi..
- Maşallah, yurt haberler servisini Bodrum’a taşımışsınız.
Hürriyet o gece herkesi atlatmıştı.
- Niye ki?
Dün Cesur Sert’i arayarak o geceyi anlattırdım.
- Hadi bakalım

****

DENİZ KUVVETLERİ’NE AİT İKİ MAVİ OTOBÜS GÜMÜŞLÜK’TE

O gece bütün gazeteciler Turgutreis’te bir oteldeymiş. Çünkü Kardak’a çıkarmanın buradan yapılacağı tahmin ediliyormuş.
- Haaa, basın şimdi her biri satılığa çıkarılan kayalıklar için teyakkuz halindeymiş yani?
Akşam saat 20.30 sularında, Nedim Demirağ arkadaşlarına “Ben Gümüşlük’te yemeğe gidiyorum” deyip ayrılmış.
Nedim bir istihbarat alıp da mı oraya gitti, yoksa gerçekten yemeğe mi bilmiyorum.

- Hadi hadi yeme bizi :) Vardır senin bir bildiğin.
Nedim Gümüşlük’te bir restorana oturduktan sonra Deniz Kuvvetleri’ne ait iki mavi otobüsün geldiğini fark etmiş.
- Bak Gümüşlük’ü görmüşlüğüm var. Restoranlar kıyıdadır, Otobüsler çok geride park ederler. Yani yemek yerken gözükmez otobüs motobüs.
Otobüslerden birtakım komando kıyafetli insanlar inmiş.
- Deniz kuvvetleri otobüsünden revü kızları inecek değil ya.
Merak edip sorunca açık açık “Kardak’a çıkarma yapacağız” demişler.
- Yahu adam zaten istihbarat alıp gitmemiş mi?
Sonra araçlardan henüz şişirilmemiş zodyak botlar, mühimmat ve silahlar indirilmiş.
- E operasyona gidiyorlarmış. Ondan olmasın?
Demirağ bunu görünce hemen Turgutreis’i arayıp arkadaşlarına haber vermiş.
- Önce istihbaratı al, ortadan kaybol, sonra da arkadaşlara haber ver, iyi valla.
Cesur Sert o anı şöyle anlatıyor:
“Otelde çok sayıda gazeteci olduğu için çaktırmadan nasıl ayrılacağımızı planladık. Görenlere ‘Biz Bodrum’a yemeğe gidiyoruz’ dedik. Ama bazıları uyandı, takibe başladı. O nedenle bir bölümümüz Bodrum’a gitti. Ama biz onları atlatıp, Gümüşlük’e gittik.”
- Atlatmadaki zekayı görüyorsunuz de mi? Helal olsun.
Gümüşlük’e geldiklerinde, komandoların zodyakları şişirmekte olduğunu görmüşler.
O dönemde dijital kameralar yok. Cesur Sert flaşla bir fotoğraf çekmeye kalkmış. Komutan “Lütfen çekmeyin, bir ülkenin kaderiyle oynarsınız” demiş.
- Bu komutan askeri ve gizli bir operasyona gitmeden önce seninle konuşan ve döndüğünde sana rapor verecek olan komutan mı?
Çünkü patlayan flaşın Kardak’taki Yunan askerinin ve etrafındaki 30 Yunan gemisinin dikkatini çekeceğini düşünmüş. -Peki telefonda konuştuğu kişinin bir gazetenin Genel Yayın Yönetmeni olduğunu düşünmüş mü?

***

SAT’LARIN CEPLERİNDEKİ TADELLE’LERİN SIRRI NEYDİ
- Alem adamsın ya. Tadellenin sırrı ne olacak? Yunan askerini çikolatayla kandıracaklarını düşünmüyorsun herhalde? Kan şekerleri düşerse yerler diye almışlardır.
Cesur anlatmaya devam ediyor:
“SAT’ların ceplerinde bol miktarda ‘Tadelle’ vardı. Neden diye sordum. ‘Uzun süre kalabiliriz. Kan şekerimizin düşmesine karşı yanımıza aldık’ dediler.”
- E ben demiştim zaten. Halam çantasında hep taşırdı.
Benzin gibi, Tadelle paralarını da cepten ödediklerine eminim.
- Merak etme, faturasını alıp halletmişlerdir. Memleket bütçesinin yarısı askeriyeye gidiyor. İki tadellenin lafı mı olur ya.
O gece Türk SAT’ları Kardak’a çıkmaya hazırlanırken, bugün “Monşerler” diye aşağılanan Türk Dışişleri de bir “strateji dehasına” imza atıyordu.
- Strateji dehası, bak sen. Hem de önce her işimizi ABD’ye danışarak yapıyoruz deyip hükümete çakan, sonra hükümet ABD’ye posta koyunca neden ilişkilerimizi bozuyorsunuz diye isyan edenler öyle mi?
Türk SAT’ları direkt olarak Kardak’a çıkacaktı ve orada Yunan askeri vardı. Büyük bir ihtimalle çatışma çıkacak ve bu da işi bir Türk-Yunan savaşına kadar götürebilecekti.
- Allah akıl fikir versin. O kayalıkları satıyorlar şimdi diyorum huuuu?

***
TÜRK BÜYÜKELÇİ’NİN BULDUĞU HARİKA SON DAKİKA FORMÜLÜ
- Strateji dehası harika son dakika formülü oldu şimdi de. Cilaya devam.
Türkiye’nin Roma Büyükelçisi İnal Batu, işte tam o sırada dâhiyane bir teklifte bulundu ve “Hemen yanında ikiz kayalık var. Orada Yunan askeri yok. Biz de oraya çıkıp bayrak çekelim. Hem çatışma olmaz, hem de anlaşma için zaman kazanırız” dedi.
- O ikiz kayalıkları da satıyor olabilirler. Sen alıp Sat komandolarımıza hediye etsene. Çok makbule geçer.
Türk zodyakları boş olan ikinci kayalığa çıktı.
Çatışma olmadı.

- E olmaz tabi. Boş kayalıkta ne diye çatışma çıksın?
İki ülkenin diplomasisi o gece “akıl yarışına” girdi ve ertesi sabah netice alındı.
- Kim kazandı akıl yarışını?
Saat 08.00’de Yunan askeri bayrağı indirdi ve Kardak’tan çekildi. Saat 08.30’da da Türk askeri bayrağı alıp ikinci kayalıktan geri döndü.
- Yani iki taraf da avucunu yalamış. Niye bunu İstanbul’un fethi gibi anlatıyorsun iki saattir.
Evet o gece Hürriyet, kahraman SAT komandolarının yanındaydı.
- Öfff bütün derdin Hürriyet’in orada olması yani. Tadellelerini yiyip dönmüşler işte.
Yani, şimdi yargılanan ve ceketlerinin üzerine birlik amblemlerini yapıştırıp duruşmaya giden insanlarla.
- O insanların neden duruşmaya gittiğini de yazsana. Poyrazköy’deki silahları, planları ha?
Onların hali ve konuşmaları beni ağlattı.
- Hiiiç bana mısın demedi valla. Darbe planlarında parmakları yoksa tez zamanda aklanırlar inşalah. Ama varsa eğer bir zahmet ödesinler bedelini.
Kabile aydınlarının göz pınarlarındaki timsah gözyaşları bile kuruduğu için, ağlamak yine bize düşüyor.
- Bak yine "Kabile aydınlar"ı diyor. Niye ağlasınlar abicim. Seviniyorlar haklı olarak. 4,5 darbe yaşamış memlekette darbeye teşebbüs edenler yargılanıyor, daha ne.
Ağlamak bizi küçültmez...
- Senin “küçüklüğünü de” biliriz ama ağla tabi, rahatlarsın.
Kardak konusunun ilginç hikâyesini okumak istiyorsanız, Hürriyet’in yayınladığı “O Manşetler” kitabına bakabilirsiniz.
- Ah o manşetlerin dili olsa da konuşsa.
Hürriyet’in büyük manşetlerinin hikâyeleri arasında Kardak da var.
- O “büyük manşetlerin” arasında “Vay Şerefsiz” , “Sabiha Gökçen Ermeni Mi” ve benzer manşetlerin de hikayesi var mı acaba?