25 Aralık 2010 Cumartesi

Santa Claus Türkiye'de

Her Aralık ayında karımla büyük bir sorun başlıyor.
-Hayırdır inşallah?
Konu Noel dolayısıyla evimizin ışıklandırılması (tabii biz buna “yılbaşı ışıklandırması” diyoruz).
-Abi bu meseleyi siz çözemezsiniz BM'ye devredin.
Aramızdaki sorun şu: O, evin “beyaz ışıkla” aydınlatılmasını istiyor.
-Niye?
Bu ışığın daha modern, daha trendy olduğunu söylüyor.
-Ay ben uyuz olurum beyaz ışığa
Bir de daha az elektrik yaktığını…
-Daha kesin çözümler var, her deliği aydınlatmazsınız olur biter
Bense sarı ışık yanlısıyım.
-üzülerek söylüyorum bu konuda hemfikiriz.
Bu ışığı çok daha sıcak buluyorum.
-Kahretsin ben de öyle düşünüyorum :(
Ama bizim evde hep karım kazanır…
-E sen kibar adamsın ya, ondandır.
Bütün Batılılar Türk toplumunu “erkek egemen” zanneder.
-Senin sayende artık öyle zannetmeyecekler.
Halbuki her kararı kadınlar verir.
-Tabi, hatta her sene kadın şiddeti yüzünden onlarca erkek ölür Türkiye'de.
Bu yıl bir orta yol buldum.
-Ne yaptın?
Karım İstanbul’daki evimizin balkonlarını yine beyaz ışıklarla donatıp, İzmir’e gitti.
-Madem İzmir'e gidecek niye ışıklandırıp duruyorsunuz ortalığı ya?
O yokken elektrikçiyi çağırdım.
-Bak şimdiiii, Türk erkekleri eşlerinin arkasından iş yapıyor demezler mi?
Evin üstüne sarı ışıkları donattım.
-İyi halt ettin.
Ayrıca evin bahçesindeki çiçeklerin üzerini de ışıklarla kaplattım.
-Eeee noldu yani ışıkla kaplayınca?
Böylece ikimizin dediği de oldu. Üst tarafta sarı, balkonlarda beyaz ışıklar…
-Evin üstü, altı neresi ya? Bir görgüsüzlük yapıyorsun bari doğru düzgün tarif et
Size biraz Türkiye’nin “yılbaşı” kültürünü anlatayım.
-Napıyosun olum, dansöz, çekirdek, tombala, muz, mandalina mı anlatacaksın?
Yeni yılı Batılılara en benzer şekilde kutlayan İslam ülkesi Türkiye’dir.
-Hııı, Evet evet...
Bugünlerde İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e, Ege ve Akdeniz kıyısındaki büyük şehirlere giderseniz, meydanların, caddelerin rengarenk ışıklandırıldığını görürsünüz.
-Kırmızı iç çamaşırları da yok satıyor valla
Alışveriş merkezlerinin hepsinde en az iki üç Santa Claus’la karşılaşırsınız.
-Hııı, bizde noel baba derler piyango bileti satanı bile var
Radikal Müslümanları bir yana bırakırsanız, biz yeni yılı çok güzel kutlarız.
-Yani Ege, Akdeniz ve büyük şehirler dışındakileri diyor. Bunları siz bilmezsiniz.
Tombala diye bişey var 50 yıldır her yeni yıla bu oyunu oynayarak giriyorlar.
Şehirler, kendi dini bayramlarımızdan bile daha çok ışıklandırılır.
-Bizde dini bayram ışıklandırması sizin noel ışıklandırmaları gibi çok eski bir gelenektir. Ramazan, kurban her bayram ışıklandırılır her yer.
Ben Avrupa’nın en çok Christmas zamanını severim.
-Bizde de bayram zamanlarını sever, ışıklandırma filan var ya...
Bütün şehirlere sevgi ve masumiyet hakim olur.
-Çok sevgi dolu, çok masum bir arkadaştır kendisi
İşte bu duygularla bütün Bild okurlarına “Mutlu Noeller” diyorum.
-Bu duygulardan bizim payımıza pek bir şey düşmedi hiç ama neyse...
Yeni yıl dünyamıza mutluluk ve barış getirsin.
-İnşallah.

İlgili yazı; http://www.bild.de/BILD/politik/2010/12/22/ertugrul-oezkoek/oezkoek-tuerkisch/kolumne-auf-tuerkisch.html

24 Aralık 2010 Cuma

Siren sesiyle uyanmak

MALUM soruyu soracağım ve iki taraftan da “Ne alakası var” feryadı yükselecek.
-Sorma abi
Yine de soracağım.
-Kaşınıyorsun işte
Askeri mahfelin kapısında durup başı örtülü kadını içeri sokmayanla, restoran basıp, çoluğu çocuğu, eşi, kardeşi ile yemek yiyen insan fişleyen arasında ne fark vardır?
-Pek bir fark yoktur da yeni mi aklına geldi?
Benzerlik şudur:
-Farkı soruyorsun benzerliği yazıyorsun, alla allaaaa
Biri asker, öteki polis, ama ikisi de üniformalı..
-Hadi canım
İkisinin elinde de silah var.
-Yok ya
Fark...
Biri içeri sokmadan fişliyor; öteki içeri sokup ondan sonra fişliyor.
-Hmmm
Biri “siyasi muhtıra” veriyor..
-Öteki?
Öteki kendi kafasına göre “ahlaki muhtıra”.
-Seninki ne?

***

‘YETMEZ AMA EVET’ÇİYE
-Buyur, tam adamını buldun.
Asker sesini yükseltince aslan kesilen arkadaş, önce sana soruyorum:
-Sor canım.
Polis, insanların yemek yediği yeri alenen basıyor, iki kadeh içki içen insanı çoluğu çocuğu önünde “muazzi” ediyor ve sen ne yapıyorsun?
-Allah seni kahretsin, pis polis diyorum.
Ya “Endişeli modern” deyip dalga geçiyorsun.
-Bunula kim dalga geçti?
Ya, “Aman ileri demokrasi cephesinde delik açılmasın, kol kırılsın, yen içinde kalsın.
-Kol yen cephe üçlemesini en iyi sen bilirsin.
Asıl mesele askerdir.
-Eeee 5 darbeyi polis yapmadı herhalde
Polis olayı talidir” deyip es geçiyorsun.
-Geçmiyorum valla, o da ayrı bela.
Ya da hâlâ biraz vicdanın kalmış, ama cüretin yetmiyor; cılız, kendinin bile işitemediğin bir sesle fısıldıyorsun:
“Canım üç-beş polisin halt etmesi...”
-Sen polisin sırtını sıvazlarken biz coplarıyla inliyorduk canım benim niye fısıldayayım.
Eeeh, daha dün Ankara’da halt etmişlerdi.
Üç gün geçmeden meydan okur gibi, Aydın’da da halt ettiler.
Üç-beş haddini bilmez daha...
-Kıvırma, darbe girişimcilerine üç beş haddini bilmez diyen sensin.

***

‘BENİM DEVLETİM’ DİYENE
-Bak o ben değilim.
Üç artı üç eşittir altı.
-Matematiğin de iyiymiş
Antakya’da hâkimi otelde basanları ekle, eder dokuz.
-Devlet Bahçeli'yle okul arkadaşı mısınız?
Kız öğrencinin çocuğunu düşürtecek kadar coplayan, biber gazı sıkanı da dahil et.
Kaç etti?
-Benim matematiğim o kadar iyi değil, sen söyle.
Gerçekten üç-beş haddini, yetkisini aşan polis görevlisi mi?
-Yok valla, senelerdir ensemizde boza pişiren, şimdi biraz daha medenileşen polis.
Elindeki yüzde 47 ile askeri hazır ola geçiren sivil irade, şimdi hepimize bunun gerçekten “birkaç polis yetkilisinin sorumsuzluğu” olduğunu göstermeli...
-Önce Uğur Kaymaz gibi öldürdüklerinin bedelini ödeseler?
Hani sık sık duyuyoruz ya, “Benim devletim”.
İşte o...
-Ne işte o?

***

‘MAHALLEYE GELMEZ’ DİYENE
-Bu da papermooncular
Gelelim asıl meseleye...
-Asıl hep sizsiniz di mi? Diğerleri hep teferruat?
Son yıllarda Anadolu’nun “küçük şehir gerçeğine” alışmıştık.
Mahalle baskısını “muhafazakâr bölgelerin gerçeği”, adı konmamış anayasası saymıştık.
-Eeeee
“İçki satan dükkân yokmuş, içkili restoran yokmuş”, bu “Anadolu gerçeğini” içimize sindirmiş; “Orası muhafazakâr küçük şehir, bizlerse kozmopolit büyük şehirlerde yaşıyoruz.
Bizim mahalleye gelmez” diye avunup geçmiştik...
-Nasıl geliyorlar de mi? Hem de izniniz olmadan.
Şimdi küçük şehir kanunu, büyük şehre indi.
-Amanın
Mahalle baskısı gelmedi, polis baskını geldi.
-O geçer yaaa, mahalle basmasın da
İnsanları fişlediler diye Silivri’de askeri yargılayan irade, içkili mekâna giren herkesi, çoluk çocuk demeden basmaya, “Kimlikler bitte” diyerek fişlemeye başlayan üç-beş sorumsuz gerekçesiyle geçiştirebilir mi?
-Valla geçiştirmeyip, faturalarını kesmeli.
Silivri’de samimiyse, burada da olmalı.
-İşi gene bağladın ya Silivri'ye. Neyse...
Çevremde insanlar şaşkın soruyor.
“Postal sesi”, “tank sesi” susarken: Öteki mahalleden “siren sesi” mi yükselmeye, sivil “rap raplar” mı duyulmaya başladı.
-Postal sesi ninni gibi geliyordu di mi :)
“Kendini savunan demokrasi” tezi, askerin kışlasına çekilmesi ile çürütüldü.
-Çekildi mi? Daha önceki gün 12 dil bilgisi hatalı cuma hutbesi yayınladılar ya
Şimdi, onun yerine “Kendini savunan ileri demokrasi” tezi mi tedavüle sokuluyor?
-Herkes senin gibi ileri demokrasiden üniformalı bir şeyler anlamıyor canım.

***

DEVLETİN POLİSİNE
Ben devletin polisine hayatı boyunca saygılı olmuş, onu savunmuş, korumuş, o yüzden de aydın kesimden epey dayak yemiş bir insanım.
-Ben de bizzat polisin kendisinden dayak yemiş biriyim ve zerre saygım yok.
Polisimize hâlâ inanır, hâlâ güvenirim.
-Ben hiç güvenmem, hatta itten post polisten dost olmaz diye atasözümüz bile var.
İçişleri Bakanı’nın demokrat kimliğinden hiç şüphem yok.
-Benim var
Polisin bazı uygulamalarını eleştiririm, ama Ergenekon’daki bazı çok tehlikeli örgütlenmelerin ortaya çıkarılmasındaki çabasını ve başarısını da asla inkâr etmem.
-Bir iki tane de düzgün iş yapıversinler di mi?
O nedenle bu bir “dost yazıdır”.
-Senden de dost olmaz ya...
Eğer bu uygulamalar, “hükümetin politikası” değilse; bütün bunlar birkaç “yetkilinin” sorumsuz hareketi ise Emniyet’in gerçek anlamda demokrat insanları bunun üzerine gitmeli.
-Gitsin abi, valla bak.
Çünkü her “sorumsuz” hareket sicili bozuyor.
-Bozmak ne kelime içine ediyor.
İşte o nedenle valilikçe başlatılan incelemeyi merakla izliyorum ve sonuçlarının bu yazıyı külliyen tekzip etmesini umut ediyorum.
-Hadi bu yazıyı eder de Festus Okey'i Aydın Erdem'i nasıl edecek?
Kimseye içki içmesini tavsiye etmem.
-Lan haftada bir mutlaka şarap yazıyorsun?
İçenlere de kararında içmelerini tavsiye ederim.
-Bu ne şimdi Pensilvanya selamı mı :)

İlgili yazı; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/16600397.asp?yazarid=10&gid=61

9 Kasım 2010 Salı

Hadi yine ben sorayım

-Hâlâ bıraktığım yerdesin ya. Bu, "hadi" ile başlayan kaçıncı yazı?

BAŞBAKAN Erdoğan haklı.
Sonuna kadar haklı.
-Haydaaa niye şimdi bu gaz? Neymiş haklılığı?

Türkiye bugün dışarıda çok daha fazla takdir ediliyor.
Buna ben de tanığım.
-Gazete okuyan herkes tanıktır, nolmuş yani?

Şuna bütün kalbimle inanıyorum.
-İnanıyorum desen yeter, abartma bu kadar

Türkiye, 21’inci yüzyılın yıldızlaşan iki-üç ülkesinden biri.
-Niye acaba?

24 Ocak 1980 kararları ile başlayan liberal ekonomi yürüyüşü bugün taçlanıyor.
-Liberallerle aran pek iyi değil ama?

Ama önümde Avrupa Birliği İlerleme Raporu da var.
-Sen ilerleme raporları okur muydun?

Türkiye insan hakları ve basın özgürlüğü konularında fena halde arızalı.
-Ohooo onlar sadece iki başlığı canım benim.

Basın özgürlüğü alanında 138’inci sıraya düşmüş.
-Sorma, Taraf çalışanları ayda bir adliyede. İnsan hakları alanında kaçıncı?

Son HSYK atamalarını gördükten sonra artık kimse Türkiye’nin 11 Eylül gününden daha demokrat bir hukuk devleti olduğuna inanmıyor.
-Abicim bi dur ya, basın özgürlüğü diyordun HSYK'ya bağladın hemen.

* * *

Öyleyse gelin, çoğumuzun kafasındaki soruyu açıkça soralım.
-Geliyorlar canım soldan soldan, sor sen.

Türkiye’nin kalkınma modeli ne olacaktır?
-Liberal ekonomi taçlandı diyordun ya, o olacak işte.

Rusya, Güney Kore ve Çin modeli mi?
Yoksa Avrupa Birliği modeli mi?
-Canım, unuttun sen galiba Türkiye AB'yle üyelik müzakereleri yürütüyor.

Bunlardan birincisi diyor ki:
“Türkiye gibi ülkeler, ancak otoriter bir rejimle kalkınabilir.”
-Bizim askerler çok seviyorlar bu modeli

İkinciler ise şunu diyor:
“Aslolan, gerçek anlamda ileri demokrasi ile kalkınmaktır.”
-Bunlar senin deyiminle "vicdan fişini çekmiş liberaller" işte

* * *
Tabii ki yine kendimiz halledeceğiz.
-Nasıl?

Nasıl mı?
-Evet, nasıl?

Şu çelişkileri çözerek:
* Bir ülke düşünün ki; insanların en rahat, en özgür yaşadığı sahil bölgesi Anayasa referandumuna “Hayır” oyu veriyor.
-Değişiklikler rahatını bozuyorsa niye vermesin?

* Bir ülke düşünün ki; eğitim seviyesi yükseldikçe referandumda, ileri demokrasi diye sunulan önerilere “Hayır” diyenlerin sayısı artıyor.
-Eğitim hayatı boyunca memleketin içi dışı düşman kaynıyor, demokrasi bunların oyunlarıdır diye eğitirsen olacağı budur

* Bir ülke düşünün ki; marjinal olmayan gazetelerin en çok satıldığı mahallelerde ve semtlerde “Hayır” oyları yüzde 50’nin, bazı yerlerde ise yüzde 60’ın üstünde çıkıyor.
-Anayasa referandumunun gazete tirajlarıyla ne ilgisi var kuzum?

* Bir ülke düşünün ki; ekonomisinin neredeyse yüzde 70’ini oluşturan bölgeleri “ileri demokrasi” denilen değişiklikleri reddediyor.
-Reddeder tabi. O %70 lik ekonomiyi ileri demokrasiyle mi oluşturdular?

* Bir ülke düşünün ki; ramazanda açık bir tek lokantayı barındırmayan şehirleri, bundan zerre kadar taviz vermedikleri halde, Anayasa değişikliğine “Evet” diyor.
Buna karşılık hayat tarzlarının çok daha hoşgörülü, çok daha özgür olduğu şehirleri “Hayır” oyu veriyor.
-İyi de hacı, oruç tutanlar genetik hoşgörüsüz mü? Millet oruçluyken kafası çalışmıyor mu yani?

* Mahalle baskısını yaşatanlar, güya “Daha fazla demokrasi” istiyor; ama demokrasinin en temel ölçütü olan hoşgörü konusunda bir adım geri gitmiyor.
-Ne yapalım güzel kardeşim senin hoşgörü sınırın da herkese şarap içirip, olmadı koklatmakta takılıp kalıyor.

Buna karşılık insanların özgürce yaşadığı şehirler, “İleri demokrasiye geçiş” diye sunulan bir projeye “Hayır” diyorlar.
-Niye demesinler abicim, adam şimdiye kadar demokrasi sayesinde mi özgür yaşıyordu?

Sizce bunda ciddi bir “Samimiyet ihlali” yok mu?
-Yooo durum gayet açık

Acaba neden böyle oluyor?
-Senin dingilliğinden oluyor, niye olacak.

* * *
Bunun cevabı basit.
-Evet, yukarıda verdim ben :)

Çünkü; liberal aydınların bütün yaygarasına rağmen, ülkenin okumuş insanları, atılan adımların “ileri bir demokrasiye hizmet edeceğine” inanmıyor.
-İnanmaz tabi, senin bu yazılarını okuyan "okumuşlar" her ay tonla para döküyorlar psikologlara.

Çünkü gördükleri manzara farklı.
-Sayenizde canım.

Bir yandan “ileri demokrasiden” söz ediliyor; bir yandan ise otoriter bir rejimin temellerine her gün yeni taşlar konuyor.
-Ooooh canıma değsin

Öyleyse aynı soruya dönelim:
-Dön canım dön, sen daha çok dönersin.

21’inci yüzyılın yıldızı Türkiye’yi daha da yıldızlaştıracak proje ne olacaktır?
Güney Kore, Rusya, Çin modeli mi?
Avrupa Birliği modeli mi?

* * *
Geçmişte Adnan Menderes’e, Süleyman Demirel’e, Turgut Özal’a destek veren sahiller, samimi ve ikna edici bir demokratikleşme projesine gönülden destek vermeye hazırdır.
-Valla Tayyip'le şarap bile içseniz seni dinlemezler artık sahiller, onları Çölaşan'a kaptırdın.

Ben bütün kalbimle buna inanıyorum.
-Onlar sana değil Sözcü'ye inanıyorlar artık güzelim.

İyi eğitim almış, hoşgörülü sahil insanlarının meselesi türban falan değildir.
-Nedir?
Onların meselesi “tek adam”, “tek seçici”, “tek muktedir” rejimidir.
-E yapmasınlar rejim mejim ( tamam kötü espiri ama ben sevdim:)

Varoşları, Anadolu şehirlerini okuyabilen Tayyip Erdoğan, sahilleri de okuyabilir.
-Sahiller memleketi okuyamıyor ciğerim, kör ettiniz adamları.

Tekrar ediyorum, gerçek ileri demokrasinin son rötuşları, sahillerden gelecektir.
-Aman o rötuşlar da olmayı versin

Ama önce tarihi karar:
Tek adam rejimi mi? Yoksa kurumsal çoğulcu demokrasi mi?
-Bak Ertocum, bu kaçıncı tek adam yazın sayamadım ama işe yaramıyor, gündem olmuyor. Bırak artık bu işleri be gözüm.

İlgili yazı;http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/16250319.asp?yazarid=10&gid=61

7 Ekim 2010 Perşembe

Burada bir Türk, vatandaşlarına ve Almanlara hitaben yazıyor

Sevgili Bild okurları.
-Allah yardımcınız olsun

Benim adım Ertugrul Özkök.
-Biz kendisini 20 yıldan fazladır yakından tanıyoruz.

Siz görmüyorsunuz ama; “G”nin” üzerinde ufak, yarım daire şeklinde bir işaret var.
-Kendisi çok hassas, böyle en ince ayrıntılara bile dikkat eden bir adamdır.

Bu, adımın Türkleştirilmiş Latin alfabesi ile yazıldığını gösteriyor.
-Yalnız kendisi sadece Türk değil, bir "Beyaz Türk" olur, öyle söylüyor.

1947 yılında Izmir’de doğdum.
-Siz İzmir'i Efes'le filan tanıyorsunuz ama İzmir "beyaz türk" dediği türün yeni başkenti olur.

Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmiş bir anne ve babanın çocuğuyum.
-Babasının vasiyetiymiş, Türkiye gidecekleri son vatanlarıymış, falan filan...

Müslümanım, ama namaz kılmam, oruç tutmam, camiye gitmem.
-Şimdi aranızdan müslüman olmak isteyenler çıkabilir, hatta siz bunu ılımlı islam filan da zannedebilirsiniz, ama öyle değil, başka tür bir müslümanlık bu.

Buna karşılık iyi bir şarap uzmanıyım.
-Her hafta mutlaka bir şarap yazısı yazar, o kadar yani

Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudum.
-Nasıl mezun oldu ben de bilmiyorum.

Fransa’da „Enformasyon bilimleri” dalında doktora yaptım.
-Bak bunu da şimdi öğrendim. Tüh!

Sonra gazeteci oldum ve 20 yıl boyunca Hurriyet Gazetesi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptım.
-Bir yıl Bild'e genel yayın yönetmeni olsun 20 yıldır ne çektiğimizi anlarsınız.

Diyebilirsinizki, bir Türk”ün gazetemiz “Bild”de ne işi var?”
-Bir süre sonra bu soruyu soracağınızı bildiğinden şimdiden önlem alıyor.

Bakın, ben çok neşeli bir insanım.
-Vallahi bu belayı başınıza kim sardı bilmiyorum ama gerçekten çoğu zaman öyledir, özellikle edebiyat yapmaya çalıştığı zamanlar.

Emin olun: birlikte çok eğleneceğiz.
-Yeter ki ciddiye almayın, ne yazarsa "Ja" deyin gitsin

John Irving’ in bir romanının başlığıyla size şunu vaat ediyorum: “The world acording to a Turk.”
-İşte böyle her yazısında film, kitap, yazar, oyuncu, müzik, müzisyen vs isimleri verip entellektüellliğiyle dövebilir sizi, buna da hazırlıklı olun.

Yani, aykırı ve farklı bir Türk’ün gözüyle neler görünüyor anlatacağım.
-Gözleri de en az kalemi kadar keskindir.
O gözler sayesinde bir bakmışsınız siz farkında olmadan içinizde Hitler'e karşı bir aşk uyanmış.

Risk almayı severim.
-Sever. Sever çünkü memlekette tsunami olsa su ayak bileğini geçmez onun.

Mayınlı arazilere gireceğim.
-Girer. Bir arazi nasıl mayınlanır ondan iyi bilen zor bulunur.
Şeytana pabucunu ters giydirir valla.

Bazen Almanları kızdıracağım, bazen Türkleri.
-İlkin Türklere kızıyor gibi görünen bir yazıda nasıl daha çok Almanları kızdırdığına şaşıracaksınız ama alışacaksınız zamanla.

Bazen Müslümanların hoşuna gideceğim, bazen Hıristiyanların.
-Yalnız dikkat edin bağımlılık yapmasın, buradaki okurlarının durumları fena.

Bazen ikisini birden kızdıracağım - provoke etmekte çok kabiliyetliyim.
-Niye provake ediyor ki? Diye sorabilirsiniz. Ben de bilmiyorum.

İsterseniz şimdiden bir örnek vereyim:Mesela Sarrazin’in Türkler’le ilgili görüşü.
-İşte böyle de sürprizlerle doludur, günün mesajını sona saklar hep.

Vallahi adama tamamen katılıyorum. “Aptal Türklerle” ilgili benim de genetik görüşlerim var.
-Bazen de ilginç terimler üretir, "genetik görüşler" gibi

Ancak… Sarrazin’i destekleyen Alman okurlarım: sakın hemen sevinmeyin.
-Buna da alışacaksınız zamanla

Ve Türk ve Kürt okurlarım: sizler de hemen sevinmeyin. Biraz sabır…
-Siz zaten antrenmanlısınız.

Söz.
Birlikte eğleneceğiz.
-Ben çok eğleniyorum, bence siz de öyle yapın :)

İlgili Yazı; http://www.bild.de/BILD/politik/2010/10/06/ertugrul-oezkoek-bild-kolumne/tuerkische-uebersetzung.html

14 Eylül 2010 Salı

Kaybedenlerin ‘kimsesi’ olmak

PAZAR akşamı sonuçlar geldiğinde oturup şahsi bir muhasebe yaptım.
-Şimdi başlasan 7 seneye biter bu muhasebe.

63 yaşındayım ve 1960’lı yılların sonundan itibaren, siyasi görüşlerim ve eylemlerim olmuş.
- Eh işte, 70'inde arınırsın. Hem maşallahın var hâlâ, hiç 63 göstermiyorsun.

İlk oyumu 1960’lı yılların sonunda Türkiye İşçi Partisi’ne vermişim.
-İlk ve son doğru tercihin de bu olmuş galiba.

Tabii ki seçimi kaybetmiş.
-Sende düz tabanlık var mı?

1970’li yıllarda yurtdışındaydım. Oy kullanamadım.
-Eh fena da olmamış hani.

1977 yılında CHP’ye oy verdim. İyi oy aldı ama iktidar olamadı.
Yani yine kaybetmiş sayılabilirim.
-Ne bahtsız adamsın ya

12 Eylül’den sonraki ilk seçimde Halkçı Parti’ye oy verdim.
-Kaybedeceğini bile bile hem de

Özal kazandı, ben kaybettim.
-Oh olmuş

Sonra Özal’cı oldum.
-Hay olmayaydın

Yerel seçimlerde ANAP’a oy verdim.
Geç kalmışım; O da kaybetti.
-Bu bahtsızlık değil bildiğin uğursuzluk abi.

1991 seçimlerinde ANAP’a oy verdim.
Demirel kazandı.
-Oy kullanmamayı düşündün mü hiç?

Ondan sonraki seçimlerin hepsinde oy verdiğim parti kaybetti.
-Ve sen daha şimdi bunun muhasebesini yapıyorsun.

Dün, “Hayır” oyu verdim.
-İyi ki hayır vermişsin. Evet vermiş olsan yanmıştık :)

Evet kazandı. Hem de açık ara kazandı.
-Noooldu Adil Gür denince aklına ilk gelen şey güvendi hani? :)

* * *

Patronum Aydın Doğan’dan çok önemli bir şey öğrendim.
-Dün mü öğrendin?

Düş kırıklığına uğradığım, kendimi kaybetmiş, hata yapmış hissettiğim anlarda, “bahane aramak” yerine, “Ben ne hata yaptım” diye bakmayı.
-Ne zaman öğrendin bunu? Dün mü geldi aklına?

Önceki akşam da kendi kendime şunu sordum: “Niye benim tuttuğum parti hep kaybediyor?”
-Düztabanlığından değil elbette.

Rahmetli babam ise, hep muhafazakâr partilere oy verirdi ve hep onun tuttuğu partiler iktidara gelirdi.
-Çünkü onun herkesi Sunset'te içirmek gibi bir derdi olmamıştır.

O ilkokul ikinci sınıftan ayrılmaydı, ben eğitimini doçentlik düzeyine kadar devam ettirmiş biri.
-İşte Türk eğitim sistemi adamı bu hale getiriyor. Nietzsche'nin kulakları çınlasın:
"İnsanlar aptal değil cahil olarak doğarlar. Onları aptallaştıran eğitimdir"

O zaman arıza bende mi?
-Aynen öyle

Ben bu toplumu hiç mi okuyamıyorum?
-Okuyamadığın gibi yazamıyorsun da abicim.

Bahane aramaksa, kendime bahane bulabilirim.
-Bunu senden iyi kimse yapamaz valla.

Gazete satılan yerlerde oyların çoğunluğu “Hayır” veya en azından fifty-fifty.
-Oralarda satılan gazetelerin tiraj rekoru Sözcü'de biliyorsun de mi?

Kıyılardaki “Hayır” oyları hinterlandını genişletiyor.
Bir zamanlar Menderes’in, Özal’ın kaleleri olan Manisa, Balıkesir, Uşak, Denizli, Aydın “Hayır” saflarına geçmiş.
-Ordudan, TRT'den emekli olan oralara taşınıyor, ondan olmasın?

İstanbul, Ankara desen neredeyse fifty-fifty.
-Sözcü gibi kıl payı diyorsun da nasıl bir kıl bu yahu? Arada 10 puanlık fark var.

Yani “Bizim mahalle sağlam” deyip, sokakta göğsümü gere gere dolaşmaya devam mı etmeliyim?
-Yapmadığın şey değil ama neyssse

* * *

Hayır, kesinlikle hayır...
Önümde kapı gibi bir yüzde 58 dururken, o tahlili yapmam, kendi kendimi aldatmak olur.
-Kendini değil ama muhasebe filan deyip bizi aldatmıyorsundur inşallah.

O tahlili isterse, kendini “muzaffer” hissedenler yapsın.
-Okuru Sözcü'ye kaptırıyorsun bak.

Yaparlarsa, anlamaya çalışırlarsa, kendilerine de Türkiye’ye de yararlı olur.
-Dağıttığın yeri ancak sen toplayabilirsin

Kendime gelince; içimdeki yalnız adam bana şunu söylüyor.
-Ne diyormuş bakim?

“Bahane uydurma. Bu yüzde 58 nedir, onu anlamaya çalış...”
-Afferin ona da 1 sayfa oldu hâlâ patronundan ne öğrendiğini anlamadık.
63 yaşındaki bu kafa anlar mı, o anlasa mahalle bırakır mı diyeceksiniz.
-O kafa istese neler anlar neler

Halimden şikâyetçi değilim.
-Bir de ol istersen

Herhangi bir cemaatle işim olmaz.
-Tabii kendi müritlerin dururken ne işin olacak

Allah bana; mahalleye de, iktidarlara da kafa tutma gücü vermiş.
-Allah o gücü almasını da bilir baaaak!

Ama dünkü sonuçtan sonra, bahane arayacak bir ruh halinde de değilim.
-Nihayet

* * *

Bugünkü yazıma, az farkla evet çıksaydı “Nifak Anayasası”, az farkla hayır çıksaydı sadece “Nifak” diyecektim.
-Hakkaten ben de onu soracaktım, hani başlığın hazırdı?

Arada o kadar fark var ki; “nifak” kelimesi ağzımdan çıksa kendi kulağım duymaz.
-Ha hayyyt

Erdoğan referandumdan kesin bir zaferle çıktı.
-Manipülasyon ruhuna işlemiş senin, onsuz yapamıyorsun.

Dünkü Hürriyet’in manşetini çok sevdim.
“İkinci Balkon Konuşması”
-Bolkondan düşesice Hürriyet diyenler vardı okudun mu :)

Birincisini çok beğenmiştim; çok umutlanmıştım. Lakin umutlarım boşlukta kalmıştı.
-Neden, Ergenekon davaları yüzünden mi?

Hep diyorum ya; ben iflah olmaz bir iyimserim. Bu defa yine umutlandım.
-Tüh yaaa, Mehmet Uzun'un bu sözünün sende ne işi var.

Başbakan Erdoğan bir konuşmasında “Biz kimsesizlerin kimsesiyiz” demişti.
O cümleyi çok sevmiştim.
-Ama yazamamışsın galiba.

İçimdeki ses şimdi de şunu söylüyor.
“Birileri de kaybedenlerin kimsesi olsun.”
-Sen ol be annem

Sahillerin, fifty-fifty’lerin, boykotların, hayırların, hayat tarzları konusunda endişe duyanların, yargı konusunda derin kaygıları olanların...
-Yok sen bu kadar toparlayıcı olamazsın

O kim olmalı?
-Kim olsun?

Elbette önce, “kimsesizlerin kimsesi” olanlar...
-Tayyip mi olsun yani?

Tabii; “Hayır” deyip de öyle düşünmeye devam edenler; onlar da seslerini özgürce duyurabilmeye devam etmeli.
-Haaa, hem küfürler savursunlar adama hem de başının üstünde taşısın onları?

Eğer yüzde 58, Türkiye’de değişimin, dönüşümün, demokratikleşmenin dönüm noktasıysa;
-Boykot'u da ekle buna canım.

Eğer bu duygular, meydanlarda verilen sözler samimiyse;
-Bakıcaz artık, samimiyse basarız nikahı :)

Müzmin bir kaybeden vatandaş olarak bunu gönülden, bütün kalbimle desteklemeye hazırım.
-Yalnız bu samimiyetin ölçütü yine Silivri olacaksa bu nikah kıyılamaz benden söylemesi.

Şu fani dünyada hiç olmazsa kazanacağım bir tek siyasi iddiam olsun.
Tek temennim bu...
-Bu da 12 Eylül 2010'un utangaç boynuna hediyesi olsun!

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15774424.asp?yazarid=10&gid=61

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Fethullah Hoca'ya iletilmesi ricasıyla

FETHULLAH Gülen Hoca’yı ilk defa 1993 yılında İzmir’in Karabağlar semtinde kaldığı evde gördüm.
-Huzura erdin mi?

O gün uzun bir sohbet yaptık ve ben de bunu Hürriyet’te yayınladım.
-Çarpıtmadan yazabilmişsindir inşallah.

Kendisine karşı hiçbir zaman önyargılı olmadım.
-Bana pek güven vermiyor valla

Hatta aramızda sıcak bir ilişki olduğu izlenimine bile sahibim.
-Allah muhabbetinizi arttırmasın!

Bir arkadaşı aracılığıyla bana Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü gün yazdığım yazıyı ağlayarak okuduğunu iletmişti.
-O da senin gibi çok duygusal, ağlamaktan göz torbaları oluşmuş.

Çeşitli defalar, 28 Şubat’ta kendisine haksızlık yapıldığını yazdım.
-Onları da okumadım

20 yıl boyunca oluşan karşılıklı saygıya dayanarak, onun da bu yazıyı aynı önyargıdan uzak duygularla okumasını dilerim.
Bu düşman değil, dost bir yazıdır.
-Hiç belli olmaz, yazı kabiliyetin ikisini bir araya getirebiliyor.

* * *

Çok yakın bir zamanda, Türkiye’nin en tanınmış Emniyet müdürlerinden birine telefon gelir.
-Hanefi Avcı bu

Arayan kişi, kendini aradığı müdürün “yakını” olarak tanıtmıştır.
-Bunu tahmin edemem tabi

Söze, “Size verilecek çok önemli bir bilgim var. Bana güvenli bir numara verebilir misiniz?” diye başlar.
-Haydiii, olaya bak sen

Aranan Emniyet Müdürü, sık sık rastladığı türden, “dedektiflik merakı” olan biri diye düşünür ve “Merak etme, benim telefonumu kimse dinlemez, ne söyleyeceksen söyle” der.
-Saf adammış bu yahu, 70 milyonun dinlendiğini bilmiyor mu?

Telefondaki adam, “Sizinle konuşmak için arabamın plakasını değiştirdim ve İstanbul’dan iki saat uzak bir yere geldim” der ve ekler:
-Salak mı bu adam, plakayı değişeceğine araba kiralasaymış ya.

“Mesele arkadaşınız ...’la ilgili.”
Emniyet Müdürü, bu ismi işitince donup kalır.
-Mevzunun gizemi gittikçe artıyor

Çünkü o isimde bir arkadaşı yoktur.
Ancak o isim, bir arkadaşı ile konuşurken karşındakinin kimliğinden emin olmak için kullandığı bir şifre isimdir.
-Vaaay, eee?

Ve telefon eden kişi, o şifre ismi bilmektedir.
-Bak sen, ben de bilmeden sallıyor zannettim.

Bunun üzerine on dakika süre ister, o güne kadar hiç kullanmadığı bir kontörlü hattı açar, yine hiç kullanmadığı bir telefon cihazına takar.
-10 dakikada yeni hat açan hangi jet operatörmüş bu ya?

Adam on dakika sonra aradığında ona “İstanbul polisinde telefonlarınız illegal olarak dinleniyor” der ve buna delil olarak da şunu söyler:
“Son SMS mesajlarınızdan birinde bir harfi hatalı yazmışsınız.”
-Wuuuu, işe bak.

Emniyet Müdürü hemen kullandığı cep telefonunu açar. O mesajı henüz silmemiştir.
-E giden kutusunda durur.

Bakar ve dehşetle irkilir. Yanlış yazılmış kelime orada durmaktadır.
-Adam gerçek desene

* * *

Bu polis yetkilisi, halen Eskişehir Emniyet Müdürlüğü görevini yürüten Hanefi Avcı’dır.
-E ben söylemiştim zaten

Devletin bir bölümü, uzun yıllar istihbarat görevleri yapmış, Emniyet’in en üst mevkilerine gelmiş bir elemanını dinlemektedir.
-Celalettin Cerrah'lı bölümü olsa gerek

Bunun üzerine İçişleri Bakanı Beşir Atalay’dan randevu alarak durumu anlatır.
-Eeeee?

Beşir Atalay, “Ben niye dinleteyim, üstelik bu işleri hiç de sevmem. O zaman burayı denetletelim” der.
-Atalay'ın konuşacak hali yok ki dinleme yaptırsın. Doğru demiş.

Hanefi Avcı, “İsterseniz yazılı müracaatta da bulunabilirim” diye cevap verir.
-Bulunur mu peki? Denetlenir mi orası?

O gün Bakan hakkındaki izlenimi şudur:
“Bakan’ın her halinden, bu tür işlemlerden rahatsız olduğu belli oluyordu.”
-Denetleme yapmış mı yapmamış mı?

Daha sonra İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin ve Başsavcı Vekili Turan Çolakkadı’dan randevu alıp durumu anlatır.
-Bir konuya açıklık getirip sonra diğerine atlasan?

6 Ocak 2010 günü Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal’a gidip durumu izah eder.
-Maşallahı varmış bunun da bir oruç babaya gitmediği kalmış

Emniyet Genel Müdürü, Cemaat’in olduğu bilinen bazı gazetelerdeki çıkan övücü yazıları kastederek, “Ben de Cemaat’in senin yıldızını parlatmaya çalıştığını zannediyordum” der.
-Hain bir komploymuş galiba bütün bu övgüler.

Avcı’nın son durağı Adalet Bakanı Sadullah Ergin’dir.
-Nihayet son durağa geldik.

12 Ocak 2010 günü ona çıkar ve illegal dinlemelerle ilgili bilgilerini aktarır.
Bakan isimsiz dinleme izni alınamayacağını söyler.
Avcı ısrar edince, onun yanından Telekomünikasyon İletişim Başkanı Fethi Şimşek’i arar.
-Ha şöyleee

Şimşek şu cevabı verir:
“Adli dinlemelerde isimsiz izin verilmiyor. Ancak istihbari dinlemelerde çok sayıda izinsiz dinleme oluyor.”
-E bu memlekette DSİ bile istihbarat topladığına göre dinlenen dinlenene.

Hanefi Avcı bu durumun incelenmesi için dilekçe vereceğini söyler.
-Nereye vermiş söylesene abicim

Bakan, geçmişinden dolayı kendisini sevdiğini, adının yıpranmasından endişe ettiğini anlatıp, “Sen dilekçe verme, biz bunu inceletelim” der.
Ancak Hanefi Avcı, “Hayır mahsuru yok, dilekçem işleme konsun” diye ısrar eder.
-Dilekçeyle isim mi yıpranırmış.

* * *

Bu olayı, Hanefi Avcı’nın, Türkiye’nin ortasına bomba gibi düşen “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabından aktardım.
-O kitapta Hrant Dink cinayeti ve darbe planlarıyla ilgili bölümleri de aktarır mısın lütfen.

Hanefi Avcı, “Sistem cinnet geçiriyor. Bir avuç insanın devletle, sistemle nasıl böyle oynayabildiğini aklım almıyor.
Bu kişilerin yaptıkları ortaya çıkarsa bunun hesabını nasıl vereceklerini düşünüyorum” diyor.
-Sistem bir avuç insanın elinde cinnet geçireli 90 yıl oluyor.

Kimdir bu satırları yazan insan?
-Hanefi Avcıııı

“Askerci” mi, “darbeci” mi, “Ergenekoncu” mu?
-Bildiğimiz kadarıyla polis şefi, ordu fettulahçı diyordu onun için ama, sence neci?

Türk Emniyeti’nin en önemli istihbarat yetkililerinden biri.
Halen görevde. Eskişehir Emniyet Müdürlüğü görevini yürütüyor.
Kapıkule’deki yolsuzlukları ortaya çıkaran insan.
-Bunları da biliyoruz canım

Peki eski Derin Devlet’in adamı mı?
-Bak bunu sen bilebilirsin, ben bilmiyorum

28 Şubat’ta askerlerin yaptığı bazı işleri ortaya çıkardığı için yargılanıp içerde yatmış.
Hatta o dönemde askerler tarafından “Fethullahçı” olarak nitelenmiş.
-Peki değil miymiş, yanlış mı fişlemişler?

Yani “askerci” değil. Susurluk’un deşifre edilmesinde epey rol oynamış biri.
Anlayacağınız kimse çıkıp onu “darbecilik”, “askercilik”, “Ergenekonculuk” vs ile suçlayamaz.
-"Vicdan fişini çekmiş liberaller" suçlayabilirler valla.

* * *

Kitaptaki iddiaların doğru olup olmadığını bilemem.
-Hepsini okudun mu ki?

Ama yazılanların bir bölümü son iki yılda kamuoyunun en azından bir bölümüne “kesin kanaat” olarak yerleşmeye başlayan şeyler.
-Son bölümünü kast ediyorsun sanırım, çalakalem eklenmiş dedikleri.

Tanıdığım Fethullah Gülen’in iddialarda yer alan ilişkilerin içinde olacağına ihtimal vermem.
-Senin kadar olmasa da kıvrak biridir kendileri

Başbakan’ın da bu tür ilişkilere tevessül edeceğine de ihtimal vermem.
-Başbakan ikiniz kadar yetenekli değil bu konuda tabi

Ama konuşan kişi de, herhangi bir insan değil.
-Bu bir oyun olmasın, Fettulahçılar emniyetten temizlendi diye gözümüzü boyamaya çalışıyor olmasınlar?

Bu kitap bugün olmasa da, üç-beş yıl sonra Ergenekon tipi çok büyük bir başka davanın iddianamesi haline dönüşebilir.
-İyi de belge yok içinde.

O nedenle Hoca’nın bu kitabı dikkatle okumasını ve kendi arkasına saklanıp ateş eden birilerinin bulunup bulunmadığını incelemesinde yarar var diye düşünüyorum.
-Newyork'a gitmişken götürseydin yanında bir tane hediye niyetine.

Ergenekon davası, bütün hatalarına rağmen Türk demokrasisinin rayına oturmasına tarihi bir katkıda bulunuyor.
-Evet senin bütün manipülasyon ve ajitasyonlarına rağmen.

Ama kitapta yazılan ilişkilerin bir bölümü bile gerçekse, davanın itibarına ve meşruiyetine de büyük gölge düşürecektir.
-Fena mı? tek başına gölge düşüremedin, yardımcı olur işte bu kitap.

ilgili yazı; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15628663.asp?yazarid=10&gid=61

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Milli irade recmi

HER zaman söylüyorum
Her zaman haklı çıkıyorum.
Kadın daha cesurdur.
-Girişten faulü yedik

Dün Vatan Gazetesi’nin birinci sayfasında, Venezüella’da yaşanan olayı okudunuz mu?
-Okumadık tabii, seni boşuna mı okuyoruz?

* * *

Venezüella’da “halkın oylarıyla” iktidara gelen Chavez, kendine muhalefet eden bir işadamına takar.
-Eeee?

Bir punduna getirip adamı içeri attırır.
-Nasıl bir pund?

Anlayacağınız “bitaraf veya taraf olduğu için bertaraf olan” insanlardan biri.
-Oooh konuyu başından bağladık. Gerisi cila

Adam 3 yıl boyunca içerde yatar ve yargılanmayı bekler.
(Size bir şey hatırlattı mı?)
-Hatırlatmaz mı, Türkiye'deki 100 bin tutuklunun yarısı hüküm giymemiş insanlar.

Neyse, tehlikeli sulara girip, fazla zorlamayalım.
-Sen o sularda sırt üstü yüzersin, kimse de sana karışamaz

Adam 3 yılın sonunda ilk duruşmaya çıkar.
-Nihayet

Mahkemenin hâkimi bir kadındır.
Bakar ki, adam hakkında doğru dürüst ne belge, ne kanıt var; ilk celsede işadamını serbest bırakır.
-İyi yapmış.

Ama unuttuğu bir şey vardır.
Burası Venezüalla’dır ve başında “halkın oylarıyla iktidara gelmiş” “demokrat ve antiemperyalist” bir arkadaş vardır.
-Sosyalist ve antiemperyalist desek daha doğru olmaz mı?

Kadın hâkim, Chavez’in kızdığı, gıcık olduğu işadamını içerden çıkarır ya; Vay sen misin bu kararı alan.
-Bizimkiler rahatlar valla. Bak balyozcuların hepsi serbest

Kendine yakın hâkim ve savcıları harekete geçirtir ve kadın hâkimi tahliye kararını verdikten yarım saat sonra içeri attırır.
-Terbiyesiz, bizim HSYK'nın Ferhat Sarıkaya'ya yaptığının benzeri işte.

Hem de nereye biliyor musunuz?
O kadın hâkimin mahkûm ettirdiği azılı suçluların bulunduğu hapishaneye.
-Chavez de vicdan fişini çekmiş desene

Daha içeri girdiği anda, öbür mahkûmlar tarafından yakılarak öldürülmek istenir.
Çevreden kadın hâkime haberler gönderilir:
“Özür dile, belki affeder.”
-Dilemez ama galiba?

Bir saniye düşünmeden reddeder.
Diyorum ya; kadın cesurdur.
Kafa tutar, erkeğin ezberini bozar.
Fiyakasını bozar.
-Senin fiyakanı, ezberini bozan oldu mu hiç?

Halkın oylarıyla iktidara gelmiş, “milli iradeyi temsil eden”, bu “demokrat” ve “antiemperyalist” arkadaşın adalet anlayışını gördünüz mü?
-Gördük gördük, aynı Tayyip, hınk demiş burnundan düşmüş

Bu hikâyeyi neden mi anlattım?
-Biliyoruz canım, boşuna uzatma

Milli irade kavramının çağdaş demokrasilerdeki anlamı üzerinde biraz kafa yoralım diye.
-Çağdaş demokrasileri de yaz bi ara, yoralım kafayı.

Umarım öyle olmaz ama; bir 12 Eylül nizamı giderken, yerine gelebilecek yeni 12 Eylül nizamının ne olmaması gerektiği konusunda fikir sahibi olalım diye.
-Korku imparatorluğunda yaşamıyor muyuz zaten?

Bir de aldığı oyu “tek ve mutlak milli irade kabul eden” Güney Amerikalı bir diktatörün bindiği ihtiras tramvayının, bizlere de vereceği bir güzergâh dersi olduğunu görelim diye.
-O tramvayın first class yolcusu sen olmayasın?

İYİ HABER KÖTÜ HABER

Türkiye’de 7283 hâkim var.
Bunların 5006’sı erkek, 2277’si ise kadın.
Bu bizim için iyi haber.
-Niçin iyi haber?

Tabii bizim için iyi haber, onlar için ne olur bilemem.
-O iyi haberi söylesene önce be adam

Yeni derin devletin adresi
-Ne biçim yazıyorsun yaaa

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin; yani hangi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin?
-Hay senin Türkçe hocanın....

12 Eylül’de, 12 Eylül rejimi ile hesaplaştığını söyleyen;
-Yalaaaaan

12 Eylül’de ülkeye “Demokratik bir adalet sistemi getireceğini iddia eden”;
-Külliyen yalaaan

Avrupa Birliği ile tam üyelik chapter’ları açan Türkiye Cumhuriyeti’nin;
-Şunu başlık diye yazsan havan mı bozulur?

Evet bu devletin; Hrant Dink davasında kendini nasıl savunduğunu gördünüz mü?
-O savunmayı yapanlar eski adresten diyorlar.

Bu yurtsever insana neredeyse “vatan haini” diyerek.
-Bunu ilk yapanlardan biri de sendin diye hatırlıyorum ama?

Devlet adına bir halt işlenmiş, devasa bir çam devrilmiş; şimdi bu kızgın topu, bakanların biri alıp ötekine fırlatıyor.
-Senin gibi katillerle empati yapacak yürekleri yokmuş işte.

Hadi onları anladım.
-Anlarsın tabi, beyaz berelileri anlayan onları da anlar, onları savunup, hatıra fotoğrafı çektirenleri de.

Ya 3 yıldan beri her gün Hrant Dink’in arkadaşı olduğunu, onu “derin devletin” öldürttüğünü söyleyerek onun üzerinden herkesi suçlayan liberal arkadaşlar?
Beni “Hrant Dink’i öldürmekle” suçlayacak kadar kendinden geçmiş zevat;
Günlerdir izliyorum.
Çıt yok...
-Çıt var da sen yanlış tarafından izliyorsun galiba.

Neden?
Aynı korku...
”Cephede delik açılmasın.”
-Hay deliklerin tıkansın emi.

Çünkü çok iyi biliyorlar ki; o cephede bir delik açılırsa, o delikten giren vicdan Ergenekon davasında işlenen hukuk cinayetlerine kadar uzanacak.
-E hani fişi çekilmişti o vicdanların.

Onlara bir de şunu hatırlatmak isterim.
-Buyur

Hrant Dink hangi gün öldürüldü?
19 Ocak 2007...
-Eeee?

O gün kim başbakandı; iktidarda kim vardı?
-Sadede gel

Aradan 3 yıl geçti.
Artık “derin devletin” adresi değişti.
-Eski adresler vardır ama sende.

O yeni “derin devleti” kendi cenahınızda aramaya başlamanızda yarar var.
-Senin devletin cenahtaki cinayetleri ne yapıcaz?

Yoksa böylesine rezil bir savunmayı başka kim yaptırabilir?
-Senden iyi olmasın ama Onur Öymen.

İlgili yazı; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15594305.asp?yazarid=10&gid=61

13 Ağustos 2010 Cuma

‘Derin Gırtlak’ Erol Simavi'ydi

O GÜNÜ hâlâ bütün ayrıntıları ile hatırlıyorum.
-Hatıralar sarmış yine dört bir yanını


1988 yılıydı.
O akşam saat 22.00 sıralarında benim açımdan çok önemli biri aradı.
-Dur bakalım ne yumurtlayacaksın yine


Hürriyet’in Ankara temsilcisiydim.
-Ben de bir kaç gündür tatildeydim yeni geldim


Watergate skandalında bilgileri veren “Derin Gırtlak” gibi biriydi arayan.
-Özlemişim bu harkulade benzetmelerini


“Özkök, bomba bir haberim var. Necdet Öztorun Genelkurmay Başkanı olamıyor” dedi.
-İşiniz gücünüz Genelkurmay yahu.


Haber gerçekten bombaydı ama ben de şoke olmuştum.
-Başlar başlamaz abartma lütfen


“Nasıl olur, tören davetiyeleri basılıp herkese gönderildi.
Önümde Öztorun’un davetiyesi duruyor” dedim.
-Al işte kız tarafıyla anlaşmadan davetiye bastıran erkek tarafı durumu.


“Şimdi Turgut Bey’in yanından geliyorum. Kaynak o” dedi.
-Tabi en son Özal Yaş kararlarına direnmişti de mi. Hey gidi günler hey!


Arayan kişi Hürriyet’in o günkü sahibi Erol Simavi’ydi.
-Mahalle dedikoducusu gibi ismi sona saklayıp bizi meraklandırmasan ne olur?


Rahmetli Esen Ünür’le gazetenin barında oturuyorduk.
-O haberler ayık kafayla yazılmaz tabi.


Esen’e “Bu haberi sen imzanla yaz” dedim.
-Bomba haberi ona bahşetmişsin diye havasını mı atıyorsun?


İkinci kaynaktan teyit etmeye de gerek görmedik. Kaynak sağlamdı.
-Askerle ilgili haberin teyidine gerek görmezsiniz siz zaten aynen andıç olayındaki gibi.


Ancak aklıma şu soru da gelmedi değil.
“Ya Özal, nabız yoklamak için bir balon uçuruyorsa...”
-Özal'ın kafasında seninki kadar çok tilki olabileceğini zannetmiyorum.


Rahmetli Çetin Emeç’i aradım.
Durumu anlattım, “Yine de manşet yapmayalım” dedim.
Haber ertesi gün Hürriyet’te ikinci manşet olarak yayınlandı.
-Hahaha, manşet değil ikinci manşetmiş. Çok fark var ya!


Tabii ortalık toz duman oldu.
-Olmaz mı mesele göz bebeğimiz, ordumuz.


Esen Ünür çok heyecanlıydı.
Erkenden gazeteye gelmiş, biraz da korkarak bir yalanlama gelecek mi diye bekliyordu.
-Ah canımm, sen kendini sağlama al heyecanı, korkuyu o çeksin.


* * *


Öğle saatlerinde heyecan doruğa çıktı.
-Şimdi bizim de mi heyecanlanmamız lazım?


Özal, İstanbul’dan Ankara’ya gelmek üzere havalimanına gittiğinde gazeteciler bu soruyu sordular.
-Ne dedi?


O da “Evet, öyle uygun gördük” dedi.
-İki gözüm yaaa


Büroda ayağa fırladık ve birbirimize sarılarak bu büyük haberi kutladık.
-Ömürsün valla, gazetenin sahibinden bilgiyi al büyük haber diye kutla:)


O geceyi hiç unutmayacağım.
-Sebep?


Çünkü Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Silahlı Kuvvetler’in değil de, Başbakan’ın istediği kişinin Genelkurmay Başkanı olmasını onaylayacak mıydı merak ediyorduk.
-En büyük ilgi alanın asker olunca, haliyle merak ediyorsun.


Çankaya Köşkü ile Başbakanlık Konutu kapıları arasında 100-150 metre mesafe vardı ve büyük bir trafik yaşanıyordu.
-Nerden biliyorsun?


O gece ben Özal’la en az beş kere konuştum.
-Helal yaaa, başbakanla asker arkadaşı gibiymişsin


O “Tamam, kararname imzaya gönderildi” diyordu.
-E tamammış işte


Esen Ünür ise Evren’in Basın Müşaviri Ali Baransel’le en az beş kere konuştu.
O, “Hayır kararname henüz bize gelmedi” diyordu.
-Bak sen şu işe, hangisi yalan söylüyordu?


Belliydi ki Evren, Özal’ı vazgeçirmeye çalışıyordu.
-Ne karışır hükümetin işine anlamam ki?


Neticede kazanan Başbakan Özal oldu.
-Kazanan ne demek yaaa, yasalar atamayı hükümet yapar demiyor mu?


Öztorun’un davetiyeleri iptal edildi ve Necip Torumtay Genelkurmay Başkanı oldu.
-Oh olmuş!


Özal, 8 yıl önce darbe yapmış bir ordunun en güçlü zamanında, istediği kişiyi Genelkurmay Başkanı yapmıştı.
-Yaşasa tonton yanaklarından öperdim onun valla


Genelkurmay Başkanlığı’nı son anda kaybeden Öztorun, veda töreninde ağlıyordu...
-Açılmıştır biraz, bişeycikler olmaz


* * *


Peki sonra ne oldu?
-Ne oldu?


Torumtay, Birinci Körfez Savaşı sırasında kendisini o göreve getiren Özal’la ters düşüp istifa etti.
-İyi halt etti, başka komutan mı yok?


Kıssadan hisse:
-Bak işte, yine zurnanın zırt dediği yere geliyoruz.


Türk ordusunun bir subayını değiştirdiğiniz zaman ordunun karakterini değiştiremiyorsunuz.
Tam aksine, getirdiğiniz insanın üzerine kaldırılması güç manevi bir yük yıkıyorsunuz.
-Üniformasının manevi yükü yok, hükümet atayınca mı var?


Ayrıca meydanlarda ordu üzerinden siyaset yapmanın da oya tahvil olacağını sanmıyorum.
-Yanlış sanıyorsun canım. 22 Temmuz'u unuttun galiba?


Kimse merak etmesin, Türk ordusu artık darbe yapacak dönemi kapattı.
-Nerden biliyorsun? Ortaya çıkan planları sen mi yaptın?


Dünya konjonktürü, teknolojik imkânlar artık orduların darbe yapmasına da izin vermez.
-Doğru ya, e- muhtıraya geçtiydik 2007'de.


O nedenle bazı cazgırların, askeri aşağılayarak, alay ederek zafer çığlıkları atmalarını takmayın.
-Bak sen o cazgırlara, ağızlarına biber sür onların e mi?


Türk demokrasisinin bugünkü temel sorunu artık darbe değil, sivil kanattan gelecek despotlaşma temayülleridir.
-Hiç bir sivil seni geçemez despotlukta canım. Rahat ol.


Korku imparatorluğu çökecek mi, yoksa daha da palazlanıp, postmodern bir totaliter rejime mi dönüşecek?
-Böyle olmuyor, kimse inanmıyor korku imparatorluğuna, iyisi mi sen yalancıktan istifa et,
üzerimde baskı vardı filan de, kendi hakkında dava açtır, ne bileyim başka bir şey yap.


Liberal aydınların bir bölümünü yakından tanıyorum.
-"Liberal Aydınlar"a lafı getirmediğin bir yazın olursa vallahi dişimi kıracağım.


İçlerinde vicdan sahibi olan birkaçı var.
-Kandıramazsın onları bu güzel sözlerinle :)


Onlarla yakın bir zamanda ortak bazı noktalarda buluşacağımıza eminim.
-Bence o kadar emin olma


Omuz omza, el ele...
-Erguvanlarla süslü bir mayıs ayında, boğazda...


Bir hafta geçirdiğim ve bana 20’li yıllarımın düşünce hayatını hatırlatan Paris’ten bu duygularla döndüm...
-Az daha yazıyı reklamsız bitiriyordun bak. Şükür buna da.


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15537399.asp?yazarid=10&gid=61

7 Ağustos 2010 Cumartesi

13 Eylül 2010 sabahı

BUGÜN “Adil Gür” dendiği zaman, kamuoyu anketlerinde “güven” akla geliyor.
-Valla benim aklıma sadece A&G markası geliyor

Çünkü son yerel seçimde “güvenilir” sanılan bazı kamuoyu şirketleri AK Parti’yi 12 puan fazla gösterirken, o neredeyse tam olarak tutturdu.
-Anlaşılan eskiler seni fena yanıltmışlar :)

Önceki pazartesi günü Milliyet Gazetesi’nde Aslı Aydıntaşbaş’ın Adil Gür’le yaptığı bir söyleşi vardı.
-Bu yazıyı ta o zamandan tasarlıyordun, itiraf et!

Tahminler beni ilgilendirmiyor.
-Niye? Sonuç seni memnun etmediği için mi?

Ancak o konuşmada söylediği bir şey var ki, çok ilgi çekici.
-Gel gel, esas meselene gel

Tecrübeli ve temkinli araştırmacı Adil Gür, bu referandum ve önümüzdeki seçimde kamuoyu anketlerinin çok yanılabileceğini söylüyor.
-Neden diye soracağımızı bile bile niye "Neden mi?" diye soracaksın yine?

Neden mi?
-Al işte

“Çünkü, vatandaş, gerçek düşüncesini söylemeye korkuyor.”
-Ayol millet sokakta sohbet etmeye korkuyormuş!

Yani “fişleneceği”, “iktidarın zulmüne uğrayacağı” korkusuyla fikrini söyleyemiyor.
-Millet sevgilisine mesaj atmaya korkuyor, önlerine aldıklarını türlü işkencelerden geçirip Silivri'ye atıyorlarmış.

* * *

13 Eylül 2010 sabahı Türkiye nasıl bir ülke olacak?
-Referandumda evet çıkarsa yaşanmaz artık burda valla.

Hükümet ve ona yakın kişilere bakarsanız, “Evet” oyları bir tane fazla çıkarsa,
“Türkiye 12 Eylül’ün rövanşını almış ve dolayısıyla demokrat bir ülke haline gelmiş olacak.”
-Rövanşist bunlar rövanşist.

Günlerdir yapılan ağır propaganda böyle.
-Ya sorma, utanmasalar 12 Eylül 1980'deki gibi hayır kampanyasını yasaklayacaklar.

“Evet” diyenler demokrat, “Hayır” diyenler “darbeci”, “askerci” şucu, bucu.
-Böyle demokratlık olur mu hiç?

Ancak hiç biri düşünmüyor. Maazallah “Hayır” oyları bir tane fazla çıkarsa ne olacak?
-Sivil faşizmin sonu olacağı için düşünmüyorlardır.

Türkiye, asker postalı yalayan, darbeleri destekleyen bir ülke mi?
-Hâşâ, 4,5 darbecik oldu sadece, onlar da hiç acıtmadı.

Bu vicdansız kampanyayı sürdürenlere soruyorum.
-Sor abicim

Maazallah “Hayır” çıkarsa, 13 Eylül sabahı ne yazacaksınız?
-Ne yazacaklar, saltanatları son bulacağı çıldırırlar herhalde.

“Mahvolduk, ülke darbecilerin eline geçti” mi diyeceksiniz?
-Derler, kesin derler

Şimdi geliyorum asıl soruya:
-Anayemeği yedik sanıyordum ben?

Bir ülkenin demokrasi alın yazısı, üç-beş puan farkla değiştirilebilir mi?
-Demokrasinin alın yazısı ne ola?

Bence bu soruya cevap verebilmek için, başka parametrelere bakmamız lazım.
-Bakalım canım.

Bu ülkede “demokrasiyi savunan” zevatın siciline, vicdan karnesine bakmak lazım.
-Ne karinesi ya fişi çekilmiş vicdanın karinesi mi olur?

* * *

* Soruyorum:
Vatandaşı kamuoyu anketine bile cevap verirken, fişlenme korkusu yaşayan bir “korku imparatorluğunda” demokrasiden söz edilebilir mi?
13 Eylül sabahı, vatandaş bu korkularını atabilecek mi, yoksa bu korkular daha da mı artacak?
-Valla, PTT'si, TRT'si, THY'si bile fişliyor artık.

*Soruyorum:
13 Eylül sabahı bu ülkede insanlara adil yargılanma hakkı verilecek mi?
-Nerdeee, şer i hukukun tohumları atılıyor .

Hâkim ve savcılar üzerindeki baskılar sona erecek mi?
-Deli misin, cüpperlerinde bile ses kayıt cihazlarıyla dolaşırlar artık.

500 gündür neyle suçlandığını bilmeden içerde yatan insanlara bir vicdan borcu ödenecek mi?
-Vicdan mı var bunlarda, binlerce sayfa iddianame yazmışlar kimse okumasın diye.

Silivri, yeni bir Diyarbakır Cezaevi olmaktan kurtulacak mı?
-Beteri olmuş bile. İşkence sesleri Yenibosna'daki Zaman gazetesine kadar geliyormuş.

*Soruyorum:
13 Eylül sabahı, bu ülkede hükümetin beğenmediği medya kuruluşları üzerindeki baskılar kalkacak, gerçekten özgür bir medya ortamı oluşacak mı?
-Valla artık Hürriyete kilidi vurursunuz.

*Soruyorum:
13 Eylül sabahı bu ülkede, insanların telefonlarının keyfi biçimde dinlenmesi uygulamalarına son verilecek, özel hayatların ortaya saçılmasına mani olunacak mı?
-Şaka mı yapıyorsun, operatörleri de gasp edip sonra yandaş TRT'de yayınlatırlar.

*Soruyorum:
13 Eylül sabahı bu ülkede seçim barajının yüzde 5’e indirilmesi için düğmeye basılacak ve her vatandaşın oyunun milli iradeye yansımasının önü açılacak mı?
-Milli irade ne güzel yansıyordu işte yıllardır ama nankör bunlar işte.

*Soruyorum:
13 Eylül sabahı bu ülkede hükümet, kendi emrindeki medyanın, bazı insanlar hakkında iddianame dahi yazılmadan linç eylemlerine başlamasına son verdirecek mi?
-Güya seni örnek alıyorlar, tırnağın olamazlar oysa, kurban olsunlar sana.

*Soruyorum:
Referandumdan evet çıktığı takdirde, YÖK’te olduğu gibi yüksek yargıya da militan yandaşların sokulmayacağı konusunda güvence verilecek mi?
-Bir kadılarımız eksikti onlar da tam olacak işte.

* * *

Eğer birileri çıkıp bize bu konularda samimi sözler verip ikna edebilse.
-Hiiiç uğraşmasınlar bu kabarık vicdan karinesinden sonra beni ikna edemezler

Emin olun böyle bir süreç yaşansaydı, bu Anayasa değişikliği yüzde 95’le geçerdi.
-Ben pek emin değilim canım

Ne yazık ki hepimizin hafızasında çok ciddi bir hatıra var.
22 Temmuz 2007 seçimi akşamı verilen o güzel birleştirici sözlerin hepsi lafta ve rafta kaldı.
-Takiyyeci bunlar işte.

“Fifty fifty” formülünü tercih ettik.
-Yani?

Söyleyin, “Hayır” diyen her vatandaşa “Darbeci” etiketinin yapıştırıldığı bir ülkede, yüzde 50’yle geçmiş veya reddedilmiş bir sivil anayasa kimin zaferi olabilir?
-Kimsenin tabi. Aaah ah herkes senin gibi uzlaşmacı bir demokrat, gerçek bir aydın değil ki kuzum.

İlgili yazı; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15496859.asp?yazarid=10&gid=61

6 Ağustos 2010 Cuma

Ben asıl 12 Ekim'i bekliyorum

“MÜCEVHER, kadının en iyi dostudur...”
-Bugün edebiyat günümüz galiba?

Bu sözleri söyleyen kadının fotoğrafına bakıyorum.
-Hah, en azından biraz sonra neyi tasvir edeceğini biliyoruz. Bir adet fotoğraf.

Bir bahçe çitine hafifçe yaslanmış.
-Hmmm

Üzerinde incecik, neredeyse ip gibi, askılı, yazlık bir elbise var.
-Bir dakika. Şu an zihnimde canladırmaya çalışıyorum

Daralan bel kısmı, olağanüstü göğüslerini ve kalçalarını iyice ortaya çıkarıp; örtülü teşhirin ne kadar çekici bir şey olduğunu ispat ediyor.
-Hmmm dar bir elbise, iyice ortaya çıkan hatlar...

Elinde pembe bir karanfil tutuyor ve bedeninin olağanüstü güzelliğini beş kat agrandize eden saf bir ifadeyle bana bakıyor.
-Wuuuu

Bu kadın Marilyn Monroe.
-Ahhh, nasıl tahmin edemedim yaaa.

Sinema tarihinin belki de en büyük efsanesi.
-Döktürrr

Çitin arka tarafında ise flu bir erkek görünüyor.
-Ne şanslı adam ama?

Kadınla ilgili değil, çiçek topluyor.
-Yuh! Orada Marilyn Monroe var adam çiçek topluyor.

O da Arthur Miller.
“Satıcının Ölümü” kitabının büyük yazarı.
-Yine entellektüel birikiminle dövmeye çalışıyorsun beni.
Bozuşuruz baaak!

Bu büyük yazarın o “aptal sarışının” yanında ne işi var diye soran olabilir.
-Soralım hadi

Oysa zaman bize, asıl bu soruyu soranların “aptal birer ukala” olduğunu kanıtladı.
-Hooop, hakaret yok, hakaret yok.

* * *

12 Ekim’i sabırsızlıkla bekliyorum.
-Hayırdır? Doğum günün mü?

Çünkü o gün Marilyn Monroe’nun “mahrem yazıları” yayınlanıyor.
-Tabi konumuz edebiyattı bugün.

On yedi yaşından itibaren tuttuğu notları okuyacağız ve birçok insan tarafından “aptal sarışın” diye nitelenen bir kadının saklı bahçesindeki olağanüstü entelektüel derinliği keşfedeceğiz.
-Olağanüstü entellektüel derinlik?

Bir “aptal sarışın” düşünün ki; 26 yaşında James Joyce okuyor. Mahrem defterine, bu kitapla ilgili yorumlarını yazıyor.
-E bi zahmet yani. 26 yaşına gelmiş.

O James Joyce ki; üniversite okumuş, master yapmış, doktora yapmış, üzerine doçentlik almış benim; beş girişim yapıp da bir türlü bitiremediğim romanları yazan adam.
-Diplomaların odana da asmışsındır şimdi sen.

Sadece ben mi...
-Başka arkadaşlarında mı var yoksa?

Yeryüzünde edebiyatla, sanatla ilgili her tür afrayı tafrayı atan, Joyce’u hiç okumadığı halde üzerine her türlü ukalalığı yapan başka bir sürü entelektüeli de koy yanıma.
-Kendini biraz fazla önemseyerek de olsa siyasi olarak vermediğin özeleştiriyi burada veriyor gibisin.

Sadece Joyce mu?
-Bir yazı için yetmez mi bu kadar isim :(

Amerikan şiirinin en büyüğü Walt Whitman’ın bütün şiirlerini su gibi okuyan bir kadın.
-Tamam, Walt Whitman'i de tanıyorsun, anladık.

Norma Jean ya da bildiğimiz adıyla Marilyn Monroe.
-Bunun havasını atma istersen kadının gerçek adını herkes biliyor.

Önyargılarımızı tokat gibi yüzümüze çakan o harikulade “aptal sarışın”.
-Senin gibi sanatçı ruhtan anlayan biri nasıl göremez o "aptal sarışın"daki derinliği?

O saf bakışı ile sıfatları tersyüz eden, “aptal” sıfatını asıl hak edenlerin önyargılı, ukala aydınlar olduğunu bütün dünyaya ispat eden efsane sarışın.
-Vay be, özeleştiri konusunda aşıyorsun kendini.

12 Ekim’de o saklı bahçeye girdiğimizde göreceğiz ki; o harikulade bir oyuncuymuş ve en iyi oynadığı rol “aptal sarışın”mış.
-Aslında bu konuda Türkiye'de milli bir mutabakat var.
Bakınız;" Numaradan yapıyor" Ehuehuehu :)

* * *

Ankara’da öğretim üyeliği yaptığım yıllarda, duvarımda bir Samuel Beckett fotoğrafı vardı.
-Bu Türkçenle öğretim üyeliği de yapmışsın ya.
Duvarımda ne demek ya, odamda desene abicim.

Ayakta duruyordu. Başını hafifçe önüne eğmişti.
Üzerinde ucuz bir tweet ceket vardı.
-Abi bu modelleri anladığımız dilden yazsan, aynı vintage ayakkabı gibi oldu, bilmiyoruz, annamıyoruzzz napalım :(

O fotoğrafı, Hürriyet’in Ankara bürosundaki odama da asmıştım.
-Hah şimdi oldu.

Daha sonra Fatih Çekirge o fotoğrafı benden istedi.
O da Sedat Ergin’e devretti.
Fotoğraf şimdi Sedat Ergin’in İstanbul Hürriyet’teki odasında asılı.
-Ne fotoğrafmış anasını satayım.
Yakında bütün Hürriyet yazarlarının odalarını dolaşır.

Marilyn Monroe da Beckett hayranıymış.
-Bütün bu öğretim üyeliği, tweet, tablo turu muhabbeti bunun için miydi?

Ukala yanımız hiç de öyle kolay pes etmez. Sorar:
-Offf, bugün muhabbetin hiç çekilmiyor

“Mücevher, kadının en iyi dostudur” diyen bir kadının saklı bahçesinde safirden, akikten, yakuttan başka ne olabilir ki...
-Gerçekten çok sıkıcısın

O ukala yanımız, “mücevher ile James Joyce’u” yan yana görse, “oksimoron” der.
-Sıkıldım diyorum

Al işte bir hayat bilgisi dersi daha.
-Bu ne şimdi yaaa

Gerdandaki mücevher, aynı zamanda mahrem bir zenginliğin ziyneti olabilirmiş.
-Bugün muhabbetin hiç çekilmiyor demişmiydim?

* * *

Önceki akşam “blogcu” bir gençle sohbet ediyordum.
-Dur bakalım belki bu konu daha ilgi çekicidir.

İnternette açtığı blog çok başarılı.
Tanıdığım birçok insan ilgiyle izliyor.
-Ver adresi biz de bakalım şuna.

Geçenlerde bir gazete yöneticisi kendisini çağırmış ve “onların dünyasını” sormuş.
-Bu adamların bir isimleri yok mu?

“Vallahi kusura bakmayın ama bizim gibi genç insanlar, Ergenekon vs. gibi şeylerle hiç ilgilenmiyorlar” demiş.
-Yine mi Ergenekon yaaa.

Kendimi şöyle bir yokladım.
-Bunu sık sık yapsan fena olmaz.

Ne yalan söyleyeyim, ben de farklı düşünmüyorum.
-Ne yani Ergenekon seni de mi ilgilendirmiyor?

“Öyleyse niye durmadan Ergenekon vs. yazıyorsun” diyeceksiniz.
-E derim tabi, ne diye her gün bu muhabbeti yapıp geriliyoruz o zaman?

“Mahalle baskısı.”
Allah’ın belası mahalle baskısı.
-Ohooo nerde kaldı gerçek aydın çizgisi, gerçek aydın duruşu?

Sanki görünmeyen birileri durmadan “Siyaset yazmasan kimse seni ciddiye almaz” diye beynimi yiyor.
-Bak o el kiminse sakın bırakma, çünkü çok doğru söylüyor.

Oysa içim başka türlü konuşuyor.
-Beceremiyorsun ama Ertuğrulcum, edebiyat medebiyat, hiç gerek yok bu alanlara girmeye.

Gazeteleri açıyorum, herkes 12 Eylül’ü bekliyor.
-Sen beklemiyorsun galiba?

Bense 12 Ekim’i.
Norma Jean’in saklı bahçesine gireceğim 12 Ekim’i.
-Muhabbetin içine ettin gitti gerçekten.

Hayran olduğum bir kadının mahremiyetine gireceğim 12 Ekim’i...
O tarihi bekliyorum.
-Hay çıkamayasın ordan

(*) Yine de Mahalle baskısına uyup, yarına bir 12 Eylül yazısı yazacağım.
-Yaz abicim yaz. Bu entellektüel kasıntılardan daha gerçek oluyorsun.

İlgili yazı; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15488591.asp?yazarid=10&gid=61

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Cumhuriyet'ten ikinci altın vuruş

İKİNCİ “altın vuruş” yine Cumhuriyet Gazetesi’nden geldi.
-Hadi bakalım, bulmuşsun yine kolay yazı malzemesi.

Birincisini Orhan Bursalı yazmıştı ve “Türklerle Kürtler birlikte yaşamak zorunda mı” sorusunu gündeme getirmişti.
-Cevabı neydi?

İkinci önemli yazı dün Ali Sirmen’den geldi.
-Hmm esas malzeme bunda demek ki.

Ali Sirmen, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in “Türk bayrağının yanına Kürt bayrağını da çeksek ne olur” sözlerine şu tepkiyi verdi:
“Bravo Sayın Baydemir; işte doğru olan budur.”
-Alla alla kafasına saksı mı düşmüş?

Ancak...
“Bu sözleri destekliyorum” demedi.
-Ne dedi?

Ne mi dedi?
-Evet, ne dedi?

Gelin dün Cumhuriyet Gazetesi’nde söylediklerini bir kere de birlikte okuyalım.
-Bütün köşe minderleri aynısınız. Yazı yazamayınca hemen alıntı.

* * *

Yazı şu cümleyle başlıyor:
-Yuh yani. Alıntı yap ama yazıyı uzatmak için bu kadar ayrıntıya da girme istersen.

* “Bazen kimi davranış ve talepler size sempatik gelmese bile doğruyu dile getiriyorsa, yararlı ve takdire şayandırlar.
Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, ‘Özerk Kürdistan’ istediğini dobra dobra söylemiş.”
-Söyler söylemez de hakkında soruşturma başlatılmış.

* “Eğer Kürt sorununun varlığını kabul ediyorsak, oturup konuşacağız, tanımı konusunda da anlaşacağız.”
-Bana uyar.

Ali Sirmen, bugüne kadar Kürt sorununun nedeni konusunda dile getirilen varsayımları alt alta yazıyor:
* Kürt sorunu bölgesel bir geri kalmışlık sorunudur.
-Başka?

* Kürt sorununun nedeni, bölgenin feodal yapısı ve geri bıraktırıcı töresidir.
-Hahaha başka?

* Kürt sorunu küreselliğin ve emperyalizmin yarattığı bir şeydir.
-Kahrolsun Amerika! Başka?

* Kürt sorunu Türk emperyalizminin yarattığı bir şeydir.
-Başka başka başka?

Bütün bu paradigmalar yerle bir oldu.
-Ama nasıl olur. 25 senedir bize böyle anlatıyordunuz.
Aslı astarı yokmuymuş bunların :(

“Bir kısım aklıevveller, ezilen mağdurlar ve ezen zalimler edebiyatı arkasına saklanıp,
‘Akan kan dursun’ (Sanki biz akan kan devam etsin diyoruz) sloganı çevresinde demokratik çözüm, demokratik haklar gibi içi boş şeyler söylüyorlardı şimdiye kadar.
-Bak sen o aklıevvellere, ne ezileni ne ezeni yahu?

Oysa sorunun çözümü için önşart açık yüreklilikle görüşleri, istekleri ortaya koymaktı.
-O istekleri ortaya koyanların yarısından çoğunun failleri meçhul canım.

Osman Baydemir bunu yaptı, helal olsun.”
-Yapar yapmaz da soruşturmayı yedi. Helal olsun, bakalım kaç yılla yargılanacak?

Yazı şu cümlelerle bitiyor:
-Bi dur aramıza girme. İki çift laf ediyoruz şurda Alicimle, her zaman bulamıyorum keratayı.

“O aynı sınır içinde bir başka bayrak istediğini yiğitçe söyledi.
Ben de aynı sınır içinde başka bayrak ister miyim, onu yiğitçe söyleyeceğim ki; birbirimizi yanlış anlamayalım.”
-Hahahaha, çok komiksin gerçekten. Senelerdir ne söylüyorsun kuzum?

Ali Sirmen’i kutluyorum.
-Ben de. Bırrravoo bırrravooo!

Türkiye Kürt sorununu gerçekten çözmek istiyorsa, gölge oyununa son verip, konuyu böyle dobra dobra tartışmaya başlamalı.
-Yalnız kimse senle Ali Sirmen'e soruşturma açmıyor, napıcaz?

Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, Kürt sorunu “demokratik açılım”, “demokratik haklar”,
“Türk-Kürt kardeşliği” teraneleriyle çözülme aşamasını geçti.
-Tabii, iki kelime Kürtçe bilmeden kardeşlik edebiyatı, Jitem hukunu savunup demokratlık yaparsan böyle olur işte.

Baydemir, formülünü açıkladı:
“Türk bayrağının yanında Kürt bayrağı.”
-Renkler de fena değil hani.

Bir de “oranın” adı:
“Özerk Kürdistan...”
-Yani yüz sene önce Mustafa Kemal'in de kullandığı ad.

Var mısınız, yok musunuz?
-Sen aradan çekilirsen varız.

İsterseniz, yine “patavatsızlık önceliğini” alıp kendi fikrimi söyleyeyim.
-Aman, eksik olma hiçbir şeyden de.

* * *

Ben, Türkiye’nin federal bir yönetime gitmesinden yanayım.
-Sen yine El Bulli'ye giden şaraptan mı içtin? Yoksa Türkbükü'nde başına güneş mi geçti?

Çünkü her federal bölgenin bir başbakanı olsun ve bu başbakanlar Türkiye’nin yönetimi için performanslarını yarıştırsınlar istiyorum.
-Valla süper olur aslında ama yazıyı nasıl bağlayacağını bilemediğim için sana katılmakta tereddüt ediyorum.

Her bölge kendi kültürünü, kendi hayat tarzını, tehdit altında hissetmeden yaşasın istiyorum.
-İyi de abi İstanbul'u nasıl yapıcaz? Nişantaşı, Etiler, Caddebostan, Boğaz filan?

Bu fikirler çok mu tehlikeli?
-Hiç de bile.

Bakın rahmetli Turgut Özal, bundan 23 yıl önce “Federasyon dahil her şeyi tartışalım” dediği zaman, lafı ağzına tıkandı.
-Tıkayanların başında Türkiye'nin amiral gemisi ve kaptanı da olmasın?

Geldiğimiz nokta ise budur: Kayıp bir 23 yıl.
-Sadece kayıp 23 yıl ha? 40 bin insan öldü, insan!

* * *

Tabii bir de şahsi hesaplaşmam var.
-Ay yine mi Erto yaaaa, bırak artık şunların peşini lütfen.

“Türklerle Kürtler birlikte yaşamak zorunda mı” diye bir soru sordum.
-İyi halt ettin

Arkasından da ekledim:
“Türklerle Kürtlerin yararına olan birlikte yaşamaktır.”
-Ondan önce Hasip kardeşine yazdıklarını da unutmuyorsun de mi?
Hani birlikte hangi şartlarda yaşamak zorunda olduğumuzu buyurduğun.

Ne Miloseviç’liğimi bıraktılar, ne Hitler’liğimi.
-Canım, niye bu kadar içine atıyorsun, dert ediyorsun? "Vicdan fişlerini çekmiş" onlar.

Ey sevgili aydınlar, neredesiniz?
-Elinin köründeler. Ben ne diyorum sen ne diyorsun.

Osman Baydemir’e söyleyecek sözünüz, yapıştıracak etiketiniz yok mu?
-Söyleyecek sözleri var ama etiketleri yok abicim.
Bak Ahmet Altan yazmış güzel güzel.

Yoksa bu arkadaşın adını “Osman Baldemir” olarak mı okuyorsunuz?
-Seninkini de Ertuğrul Özköşk diye okuyorlardı de mi? Ay pardon yaranı deşmiyim şimdi.

Hadi siz de artık “dobra dobra” konuşun.
-Yalnız savcıları napıcaz. 301, Hürriyet Towers dışında her yere giriyor biliyorsun.

Son sözüm de, geçen pazar günü Cumhuriyet’te adımı vermeden beni “densizlikle” suçlayan arkadaşa.
-Yahu yarası olan gocunsun. Sen de kim ne yazsa üstüne alınıyorsun. Sen kim densizlik kim?

Lütfen siz de Ali Sirmen’in geçen pazar ve dünkü yazısını dikkatle okuyun.
-Kendi yazdığı gazeteyi okuyodur herhalde.

Belki sadece yazımın başlığına bakarak bana yapıştırdığınız o etiketten biraz utanırsınız.
-Aaaah ah! Seni şu etiket kompleksinden nasıl kurtarıcam?

İlgili yazı;http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15480045.asp?yazarid=10&gid=61

3 Ağustos 2010 Salı

Bu özeleştiriyi fazlasıyla hak ettim

BU bir özeleştiri yazısıdır.
Kendimi eleştireceğim.
-Ne gerek var canım.


Konu, eski Yargıtay Başkanı Prof. Sami Selçuk.
-Hocam, şimdiden geçmiş olsun.

Selçuk, haftada bir yazdığı Star Gazetesi’nden geçen hafta ayrıldı.
-E nolmuş?

Eski Yargıtay Başkanı bir süredir Ergenekon davasında yapılan hukuksuzlukları eleştiriyordu.
-Bu sefer peşinen derdini belli ettiğin için sağol.

Ayrıca Anayasa değişikliği yerine, yeni bir anayasanın yapılmasını savundu.
-Olabilir

Bir de milletvekillerinin Anayasa değişikliği oylamasında serbest bırakılması gerektiğini söyledi.
-iyi demiş de parti kapatmayı zorlaştıran yasa baskı yüzünden mi düştü?

Öyle anlaşılıyor ki, bu tutumu, hükümete tam angaje “Star” Gazetesi’nde “rahatsızlığa” yol açmış.
-Ve sen de bunun üzerinden özeleştiri yapacaksın?

* * *

Geçmişte, Sami Selçuk’un başka konularda da çıkışları olmuştu.
-Ne gibi?

O dönemde, fikirlerinin bir bölümü bana ters gelmişti ve oturup onu eleştiren yazılar yazmıştım.
-Hangi fikirleriydi onlar? Çok merak ettim.

Yazılarımda hakaret falan yoktu, sadece fikirlerini eleştirmiştim.
-O kadar nazik bir herifsin ki hakaret etsen bile anlaşılmaz.

Yine de geriye baktığımda, onun çıkışlarını önyargıyla okuduğumu anlıyorum.
-Star gazetesinden ayrılmasa ne işin var önyargıları hatırlayacak.

Daha doğrusu, o çıkıştaki sağlam “aydın duruşunu” hiç anlamadığımı fark ediyorum.
-Eh, Ergenekon'a bir iki eleştiri yapmasa bunu da fark etmeyecekmişsin ya.
Kaç yılını aldı bunu fark etmen?

Tabii hepimiz insanız ve geçmişteki yazılarımız bütün hayat boyu bizi takip ediyor.
-Sahi seninkilerden nasıl kurtulmayı düşünüyorsun?

Geçenlerde Star Gazetesi yazarı Ahmet Kekeç’le sohbet ederken şunu söyledim:
-Sana gün aşırı "çakan" Ahmet Kekeç?

“Bugüne kadar bana yaptığın eleştiriler içinde en haklı olanı, Tansu Çiller döneminde yazdığım bir yazıyı yüzüme vurmandı.
Ben o günlerde ‘Her şey hukuktan ibaret değildir’ diye bir cümle kullanmışım.
Çok haklısın, inan şimdi o cümleden dolayı utanıyorum.”
-Jitem hukukunun aldığı canlardan ötürü mü, yoksa şimdi ergenekoncuların hukuka ihtiyacı olduğu için mi?

Şimdi görüyorum ki, Sami Selçuk, “cemaatçi” bir aydın değil.
-Bekir Berat Özipek diye biri de var Star'da hafif genç sivilliği de var diyorlar.

O, bağımsız bir vicdan ve sapına kadar hukuka bağlı.
-Sami Selçuk'tan Ergenekon avukatı, postal yalayıcı çıkmaz canım, boşuna debelenme.

Yanlış anlamayın, bunu sadece bugün söylediklerine, yazdıklarına bakarak söylemiyorum.
-Hiç yanlış anlar mıyız yaaa, ayıp ettin bak.

Bugün de aynı fikirde olmadığım görüşleri var.
-Ne mesela, birkaç örnek ver be abicim.

Ama hepimize, hukukun ne olduğunu anlatıyor; sanık koltuğuna oturtulan insanları, bizim önyargılarımızın,
ideolojilerimizin değil, hukukun, adalet duygusunun yargılayıp karar vereceğini kabul etmemiz gerektiğini anlatıyor.
-On beş sene önce de hatırlatılıyordu ama sen JİTEM hukukunun şakşakçılığını yapıyordun?

Sami Selçuk, dün Vatan Gazetesi’nde Mine Şenocaklı’nın sorularını yanıtlamış.
Şu cümleleri, bugünkü düşünce hayatımızın sefaletini ne kadar güzel anlatıyor:
-Bu sefaleti senin yazılarından daha iyi birşey anlatamaz.

“Bakıyorsunuz, biri size demokrasi söylevleri çekiyor.
Biraz onun düşüncelerine aykırı şeyler söylemeyegörün, katlanamıyor, hemen saldırıya geçiyor.
Ardından da hoşgörüden söz ediyor.
Oysa hoşgörüde katlanma öğesi vardır.
Siz benim düşüncelerimi benimsemeseniz bile onu sergileme hakkımı savunmanız lazım.”
-Ertuğrul Voltaire de aynısını yapıyor

Arkasından ekliyor:
“Eğer demokratsanız elbette! Değilseniz, zaten içinizde bir faşizm canavarı var demektir.”
-Sakın sen üstüne alınma e mi?

* * *

Evet bu cümleler, Türkiye’de köşe yazarlığının, düşünce hayatının sefaletini ortaya koyuyor.
-Sefaletin resmi için bakınız; Ertuğrul Özkök - "Plasentada mutluluk taklaları"

Bugün ortada “liberal” ve “demokrat” diye gezen insanların bir bölümüne bakıyorum.
-Hangi bölümüne?

Kendilerinden başka kimsenin düşüncesine saygıları yok. Hepsi birer infazcı. Her gün onlarca “andıç” etrafta uçuşuyor.
-Bak hemen beyfendi çizginden kayıyorsun. Hani hoşgörü, düzeyli eleştiri?

Referandumda “Hayır” diyecek insanlara anında “Darbeci”, “Askerci” etiketini yapıştırıyorlar.
-Ay bu lafları ne kadar oturmuş içine böyle. Her yazıda şunlara değinmesen olmaz.

O nedenle Sami Selçuk’un bu tavrı bana iyi bir ders oldu.
-Hadi o zaman Hrant Dink davası için de ders olsun bu tavır?

Bundan böyle “cemaatsiz” insanların düşüncelerine karşı çok daha dikkatli olacağım.
-Çok iyi olur valla.
İnsanlar senin köşene düşeceklerine başka bir sürü yere düşmeyi yeğliyorlar benden söylemesi.

* * *
Yazımı, mülakatı yapan Mine Şenocaklı’nın şu tespiti ile bitiriyorum:
-Senin tespitlerin daha kıymetli amaaa :(

“Ben (sizin ayrılmanızın) gazete için kayıp olduğunu düşünüyorum.
Çünkü bir gazetede köşe yazarları ne kadar farklı olursa gazetenin okunurluğu ve güvenilirliği de o derece artar” diyor ve şu örneği veriyor:
“Hürriyet gibi...”
-Ve tabi neden bu tespiti Mine hanıma bıraktığın da anlaşıldı.

Sami Selçuk da tamamlıyor:
“Radikal de öyle. Birbirine ters düşen görüşler var orada.”
-Radikal olabilir, misal Yıldırım Türker, Namık Kemal Zeybek. Ama Hürriyet ne alaka?

Yazı yazdığım gazete için çok doğru bir saptama.
-Bırak bu reklam kokan hareketleri yaaa.
Hepiniz Türkiye Türklerindir logosunun altında yazmıyor musunuz?

Radikal’e gelince, onun da son 6 aydaki tavrını gerçek bir aydın çizgisi olarak görüyorum.
-Bu yüzden Radikal'in başına Eyüp Can'ı geçirmiş olmasınlar?

Türkiye’nin böyle aydın duruşlarına çok ihtiyacı var.
-Bir yazında da bizi bu "gerçek aydın çizgisi" konusunda aydınlatırsan ofisimizde mutluluk taklaları atabiliriz.

İlgili yazı; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15472279.asp?yazarid=10&gid=61

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Ey benim eşek kafalım

BEN aylak bir adamım.
-Belli günlerdir Türkbükü'nden dönemedin

Nehrin kenarında oturan miskin bir tarassut köpeği.
-Bir de nehre pislemese o köpek.

Önümden gelip geçene bakıyorum.
-Millet de sana bakıyor.

Düşünüyorum, düşünüyorum bulamıyorum.
-Bünyeni fazla zorlama canım

Yüzüme hangi ifadeyi koymalıyım. Hangi ifade bana daha iyi gider.
-Senin suretinden ruhun okunabiliyor.

***

Şöyle manalı, kinayeli, müstehzi bir şey mi?
-I ıh, kinaye filan olmaz, sen dobra adamsın

Yani, “Gördünüz mü şimdi yediğiniz haltı” der gibi sinsi bir gülüş mü?
-O zaman "ben demiştimcilik" olur, senin büyüklüğüne yakışmaz.

Önümde bu enkaz, önümden geçen bunca ceset varken “Ben dememiş miydim” diyebilir miyim?
-Hayırdır abi, noldu? Deprem filan mı?

Demeye kalksam, bu böbürlenmeyi hangi vicdana sığdırabilirim.
-Senin vicdanının iç hacmi Beko çiftkapılılara taş çıkartır ama

Dudaklarımın kenarındaki o ince istihzayı kendime yedirebilir miydim?
-Üstüne bişey içer hazmi kolaylaştırırsan belki?

Mümkün mü...
-Bilmiyorum işte, denemek şart.

Ben aylak adamım, “Sana ne, takma kafana, memleketi bu hale getiren düşünsün” demeye kalksam.
-Diyemezsin ki, yüreğin acıyla pır pır ederken nasıl dayanacaksın.

En pespaye aylağın bile midesi bunu kaldırır mı.
-Ülser, gastrid filan yoksa olabilir.

Benimki kaldırsa, içimdeki o masum hayvanınki kaldırmaz.
-Hayvancıkları işin içine karıştırmasak?

“Ya sen, ya sizlerin; sizlerin hiç mi payınız yok bu olup bitende” dese ne cevap veririm?
-Hakkaten ne cevap verirsin?

O aymaz liberal aydın sorumlu, dünyaya nizam verme peşindeki siyasetçi sorumlu da; ben, biz hepimiz ak sütten çıktık.
Öyle mi...
-Bak, samimi dertleşmek istiyorsan baştan söyle.
Ama her seferinde olduğu gibi sonunda işi başka yerlere götüreceksen ben yokum.

Ben vicdan fişimi çeksem, bilirim içimdeki masum hayvan çekmez.
-O içindekini doğal hayata salıversen fişe mişe ihtiyacı kalmaz.

Hülasa, nehir kenarında da bize huzur yok arkadaş.
-Sana niye bu kadar karışıyorlarsa.
Bi rahat bırakın adamcağızı içindeki hayvanıyla yaaa!

Eski hasmın, yıllarca bizi oraya buraya gammazlayan zatın, onun bunun enkazı önümüzden geçse, sevinecek mecalimiz kalmamış.
-Hayat yormuş seni be Erto,

Bırak onu; son vatan lime lime geçiyor önümüzden.
-Hayırdır, kendin bölüyordun sonra vazgeçtin şimdi yine lime lime diyorsun?

Ordusu enkaza çevrilmiş, kurumları tarumar edilmiş, hâkimine, savcısına tasallut kapıda.
-Lan iki lafın belini kıralım dedik şurda, işi yine orduya getirdin.
Askerlik dışında her halta burunlarını sokmasınlar onlar da yahu.

Sen hiçbir şeye değemez üç beş aydının enkazına mı bakıp sevineceksin.
-"Değemez" mi? "Değmez" mi?

Ya sen siyasetçi arkadaş;
Sana padişah deseler, ona imparator tacı taksalar ne faydası var.
-Burda da yine sivil darbe, faşizm göndermeleri filan seziyorum.

Sen gitsen, başkası gelse ne yazar.
Enkaz ortada, altından ses bile gelmiyor.
-Herkes orduevlerine çekilmiş, ondandır sessizlik.

***

Dün sabah saatlerce Charles Aznavour dinledim.
-Entellektüel adamsın tabi, ya müzik dinliyorsundur, ya kitap okuyorsundur, ya film izliyorsundur, ya da sosyolojik, siyasi analiz.

“Aşk bir gün gibidir, gelir geçer.” diyor.
“Eğer önünde gelecek kalmamışsa, sana gerideki hatıralar kalır.” diyor.
-Eeee? Hangi mısrayı nereye bağlayacaksın şimdi?

Çocukluğumun ‘Kahramanlar’ı.
-Kimler?

İnsanın insana; ne dinini ne mezhebini, ne ırkını ne cibiliyetini; ne namusunu ne ahlakını sorduğu o mahallelerim.
-E tabi herkes laik, hanefi, sünni, müslüman, Türk. Niye sorsunlar?

1423 sokağım.
Şimdi şu halimize bak.
Biri almış eline fırçayı, önüne geleni boyuyor da boyuyor.
-Senin kireçle kapattığın yerler dökülüyor bence.

“Sen Türk’sün, sen Kürt.”
-O kadar değil yaaa, Arabı var, Ermenisi var, Çerkezi var...

Ötekinin aklı başka yerde:
“Sen Müslümansın, sen laikçi.”
-Oysa Helin Avşar'ın dediği gibi, herkes laik olsa, her şey laik olsa...

Bir başkasına Müslümanlık da yetmemiş, daha daha derine iniyor: “Ben Sünniyim, sen Alevi.”
-Ne gerek var yani, sünni gibi yaşa gitsin, yok cemevi, yok ibadethane.

Liberal aydını da durur mu:
“Ben demokratım, sen darbeci; ben sivilim, sen askerci.”
-Hem de sana söylüyorlar, utanmaz iftiracılar.

***

Charles Aznavour devam ediyor:
“Yaz mevsimimiz geçip gitti, gözlerin beni unuttu.”
-Yukarıdaki ikinci mısra gayet manidar, geçti senin altın çağın.
Bakalım bunu nasıl bağlayacaksın?

Her yıl o soruyu kendi kendime sorarım:
“Önümde kaç papatya mevsimi kaldı, daha kaç yaz mevsimi görürüm?”
-Aman ne yapacaksın artık gün sayıp, vuracağın kadar vurmuşsun zaten bu dünyanın dibine.

Sonra aklıma o harika cümle gelir:
“Her gün önemlidir.”
-Buyrun, şimdi de polyanna'ya bağladık.

Dün fark ettim.
Bir yaz mevsimimin daha içine edildi.
-Sen Bodrum'da tatilin âlâsını yaparken bizim burda sıcaktan imanımız gevriyor hala şikayet ediyorsun ya.

Ne olduğunu hiçbirimizin bilmediği, ama niyetini hepimizin bal gibi bildiği bir referandum uğruna, bir yazımız daha heba edildi.
-Senin içine ettiğin yazlara sayıver bunu da bea.

Sen “Her gün önemlidir” diyorsun; siyasetçi, bırak günü, koskoca bir mevsimi alıp götürüyor.
-Boşşş veeeer, sen tatilini yap canım. Her şeyi de senden beklemesinler.

Nehrin kenarında oturup huzur mu bulacağını sandın ey benim eşek kafalı aylak adamım.
-Nehre pisleyip durursan huzur bulamazsın tabi, millet içiyor o sudan.

Huzur artık Kaf Dağı’nın arkasında...
-Yuh diyorum sana. 5 satır önce polyannaydın be adam.

İlgili yazı; http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=15459847&yazarid=10&tarih=2010-07-31